22 Aralık 2008 Pazartesi

"Ermenilerden Özür Diliyoruz" Gündemi

Öncelikle her kaynakta ismi farklı bu kampanyanın. Bir yerde "Ermeni Özür Kampanyası" olarak geçerken bazı yerlerde "Ermenilerden Özür Diliyoruz" olarak geçiyor. Bende başlıkta bunlardan birini seçmek zorunda kaldım. Soykırım gibi bir bahis geçmesede konu hassas, isimler büyük ve kampanya hakkında düşüncelerim daha yeni yeni oturmaya başladı. Hemen konuya girmek istiyorum; kampanyaya destek vermiyorum. Peki neden desteklemiyorum?

O zamanda yaşamış kişiler olmayarak sadece tahminler üzerinden yorum yapmak durumundayız. 1910-1915 Anadolu'suna bakacak olursak açlık ve sefaletin, düzensizliğin, çetelerin ve savaş huzursuzluğunun kol gezdiği bir ortam görüyoruz. Tehcir Yasası çıkıyor ve Osmanlı topraklarındaki bütün Ermeniler -sanırım- Suriye'ye sürgüne gönderiliyorlar. Bu noktada soru şu: Gerekli miydi? Dönemin kaynaklarına bakılırsa Ermeni çeteleri köy basıp sivil Türk halkı katlettikleri görülüyor. Doğruluk payı bilinmemekle beraber olasılığı yüksek bir durum. Osmanlı topraklarının bölüşülmesi sırasında dış güçlerin başvurdukları bir durum çünkü. Burada bana yanlış gelen sadece o yöredeki Ermenilerin değilde bütün Ermenilerin göçe tabi tutulması. Yıllarca Türkler ve Ermeniler yanyana huzur içinde yaşıyorken birden böyle bir durum patlar veriyor (ya da verdiriliyor) ve örneğin Manisa'daki Ermeni dahi bu olaydan dolayı sürgüne gönderiliyor; bu yanlış. Kaldı ki birçok yerde Türklerin Ermeni vatandaşları evlerinde saklayarak göç etmemelerini sağladığını görüyoruz. Aslında burada dile getirilen şey çok önemli; Türk ile Ermeni zaten kardeşçe yaşıyor(du), Ermeni vatandaşlar bir Türk gibi mal mülk edinip önemli kademelere gelebiliyordu. Birçok Ermeni ailesi Türk ailelerinden kat kat zengindi de.

Tehcir yasası ile göçe tabi tutulan Ermeniler'in bir kısmı yollarda öldü. Bir kısmı -kesin kanıt olmamakla beraber- Ermeniler tarafından hainlikle suçlanarak öldürüldü. Bir kısmı -yine kesin kanıt olmamakla beraber- vardıkları yerde tutunamayıp açlıktan öldü. Ben burada bahsedilen tamamen masum Ermeniler için üzülüyorum ve keşke bu durum hiç olmasaydı diyorum. Buna karşılık özür dilemiyorum çünkü masum Türk vatandaşlarıda öldürüldü ve bugüne kadar hiçbir Ermeni'den "Keşke olmasaydı, üzgünüz, özür dileriz" gibi bir açıklama duymadım. Duymamış olmam duymayacağım anlamına gelmesede görünen o ki demeye niyetleri yok ve konu o kadar hassas ki hadi büyüklük bende kalsın diyemiyorum. Öldürülen Türk diplomatlar, ASALA terörü, Azerbaycan'ın işgali ve benzeri etkenler yüzünden önceliği ben almak istemiyorum. Son olarak tıpkı Kürt vatandaşların pkkya yandaş olmamasına rağmen karşıda görünmedikleri gibi Ermenilerinde ASALA gibi örgütlere aynı tutumu göstermiş olduklarından ötürü özür dileyen tarafın önce onlar olması gerektiği kanaatindeyim.

Devamı var aslında...>>

13 Aralık 2008 Cumartesi

Yine Ankara, Yine Otobüs

Bayramdan bir gün önceydi sanırım, Tandoğan'dan belediye otobüsüne bindim eve dönüyorum. Otobüs, otobüs demeye bin şahit isteyen nostaljik müze kaçkını Ikarus. Neyse önlerden kocaman bavullu bir kızın yanına oturdum. Belliydi tren garında ineceği, sanırım Ankara'da okuyan bir üniversiteliydi. Karşımda şişman bir adam, yanında eşi olduğu belli genç bir kadın oturuyordu. Belli belirsiz bir uğultu vardı otobüs içerisinde, konuşmalardan doğan. Ikarus otobüslere eğer binilecekse akşam binilmelidir. Zira kendini aydınlatmayan lambalarının oluşturduğu loş ışık insana yazma isteği verir. Ancak bu sefer yazma isteği veren loş ışık değil, otobüs şöförü oldu. Tren garında adam kıza dönüp "Gar burası" dedi, kız hazırlandı, kocaman bavulu zorlana zorlana indirdi ve gitti. Ben o kadar minyon birinin o bavulu nasıl indirdiğine şaşırırken şöför dönüp "Operadan döncez dimi?" dedi. Düşünün o andaki kafa karışıklığımı... Adam ikinci kez sorunca da bu sefer "Nasıl oluyorda adam bana yol soruyor?" diye şaşırdım. O ara "Yolu bilen var mı?" da dedi hatta. Baktım trafik açıldı, hıhı dedim kafamı salladım. Düşündükçe garipleşiyor olay zaten, bir belediye otobüsü şöförü yol soruyor. Hani durum belli, o sefere çıkması gereken adamın bir işi vardı heralde ki yolu az çok bilen bir başka şöför yerine geçmişti; ancak beni düşündüren önde kimse oturmuyor olsaydı durumun ne olacağı? Ankara, bunuda yaşattın bana hayatımda; yaşasın EGO!
Devamı var aslında...>>

12 Aralık 2008 Cuma

Always Rock!


Dün kayıtlardaki etiketleri düzenledim, ilkel bir kategorilendirme sistemi yaptım ve baktım ki mekanlar hakkında sadece bir yazı yazmışım. Kızılay'ın en iyi mekanına haksızlık etmemek, birazda son zamanlarda epey yazdığım rock yazılarına ara vermek adına bugün size Always Rock Bar tanıtımı yapmak istiyorum.

Always Rock Bar'a yaklaşık 2 sene önce gitmiştim ilk kez. O zamanlar adı Kaktüs Bar'dı hatta. Rock bar demek biraz zordu, iyi müzik çalıyordu ancak mekan tasarımı biraz garipti (daha sonra nedenini öğrendik). Gel zaman git zaman, Always Rock Bar'a ziyaretlerimiz arttı. Bunda biranın ucuz olması, açık ferah bir yer olması ve sakin bir ortama sahip olmasının yanı sıra mekan sahibi Mustafa Abi'nin cana yakın tavırlarıda etkili oldu. Birçok mekan sahibi müşteri toplamak için mekanda yapılan birtakım şeylere göz yumarken Mustafa Abi mekanın seviyesini hep bir noktanın üzerinde tutmaya çalışır. Bu sebepten bir bayan tek başına Always Rock Bar'a girip, içkisini (ya da çay kahvesini) içip hiçbir tatsız olayla karşılaşmadan mekandan ayrılabilir. Zaten Always Rock Bar'ı bu derece sağlam bir mekan yapan özelliklerden biriside kendine has bir seviyesinin olmasıdır.
Dağıttık konuyu iyice, ben kısaca mekanı tarif edeyim. Kapıdan girip küçük bir koridordan ilerliyorsunuz. Koridorun sonunda esas mekan sizi karşılıyor. Sol tarafat geride bar kısmı var, sağ taraftan saat yönünün tersine doğruda masalar dizili. En son tadilatta kırmızıya boyanan duvarları, içerdeki ruhu yansıtan dekorasyonuyla "ev" gibi bir rock bar. Koltukları masaları biraz eski tip ancak elinizde biranızla sinevizyona dalmışken umursamıyorsunuz. Ayrıca sinevizyonda var tabiki. Her gün belli bir saatten sonra (4-5 civarı diyebiliriz) sinevizyonda klip gösterimleri var. Her cuma günü ise rock müzik tarihinde önemli bir grubun gecesi düzenleniyor. Bu gecelerde grubun bir ya da iki konseri ve klipleri yayınlanıyor. Led Zeppelin, The Doors gibi grupların bazen filmleri-belgeselleride yayınlanıyor.
Mekanda daimi olarak 70'ler ve 80'ler müziği çalar. Hard rock ve heavy metalin seçkin gruplarının yanı sıra yine aynı dönemlerde çıkmış ancak müzik piyasasında adını duyuramamış gruplarında şarkılarına yer verilir. Örneğin Grim Reaper 3 albüm çıkarmış bir NWOBHM grubudur ama Always Rock haricinde pek bir yerde duyamazsınız. Yine Always Rock Bar'da dev grupların yeni albümlerinden şarkıları dinleyebilir, en son kliplerini izleyebilirsiniz.
Ankara'da satılan biralı suların aksine tamamen susuz bira satan Always Rock Bar'da bana göre fiyatlarda epey iyi: 50'lik 3, 70'lik 4, şişe biralar 3.5 ytl. Eğer bira hamallık ben vodka isterim derseniz 5 ytl, viski içelim bugün ağır havamdayım diyorsanız 8 ytl. Adreside verelim daha fazla heyecan yapmayın: İnkılap Caddesi, inkılap Apartmanı no 11 Kızılay/Ankara.
Facebooktan ulaşacaz diye tutturanlara: Facebook grup adresi

Devamı var aslında...>>

9 Aralık 2008 Salı

Manowar Üzerine

Fast Lane'de yaşamak için doğan insanlar. Evet bunu kendileri için diyorlar. Türkiye'deki insanlar darbeyle yaşamaya başlarken, onlar 80'de müzik kariyerlerine başladılar. Bakmayın 80 dediğime, onlar grubu kurdukları sıralarda zaten deneyimli müzisyenlerdi. Black Sabbath'ta teknisyenlik yapanı, yine aynı grubun alt grubunun gitaristi olanı, psychedelic rock grubunda vokal olanı vardı. Birde ilk bateristleri işi bıraktıktan sonra -ki adam Rods'ta bile çalıyordu- yanlarına aldıkları muslukçu... Bu dört adamın işi gücü Avrupa'yı sallamak, hayatın tadını çıkarırken gördükleri yanlışlara dem vurmak ve en önemlisi hayatla savaşmaktı. Manowar'a göre dünya bir savaş alanı, bizlerde bu savaş alanında savaşmakta olan askerleriz. Hayat her seferinde bizim karşımıza zorluklar çıkarır, üstesinden gelmek zorunda kaldığımız türlü numaralar yapar. Bu dört kişi bunun farkındalardı ve sözlerini bunun üzerine yazmaya başladılar. Neden sonra, müzik kavramını öğrendikleri insanların izinden gitmeyi seçtiler ve şarkılarını daha sembolik, daha ağır ve daha güçlü yapmaya başladılar. Kullandıkları esas malzeme Kuzey Mitolojisiydi. Valhalla, Thor, Odin, Warriors ve Battle onların en çok kullandıkları kelimelerdi; hatta bu yüzden bazı mikroorganizmalar tarafından alay konusu oldular. Halbuki müziği anlamaya çalışan herkes gördü ki adamlar düşüncelerini biraz sembolikleştirerek anlatıyor, tıpkı ortaçağın büyük yazarları gibi düşünceye dayalı sanat yapıyorlardı. Grubun basçısının "Aptal insanlar için kolay müzik yapmıyoruz biz." sözü herşeyi açıklayan, biraz sitemli biraz gururlu bir söz. Bazı elemanlar gruptan ayrıldı, yerlerine yenileri geldi; ancak onlar asla değişmediler. Müziklerini her albümde bir adım ileriye götürmelerine rağmen taa 80'de kafalarına koydukları yoldan bir santimetre sapmadılar. Gidenlerin birisi uzanamadığı ciğere mundar dedi, birisi dayanamadı geri döndü. Heavy metalin artık demode olduğu zamanda onlar cayır cayır bir albüm yaptılar ki gözardı edilemediler. Çünkü;

Onlar Metalin Kralları...
Devamı var aslında...>>

8 Aralık 2008 Pazartesi

Sadece Gitar ve Sen


Baby I was born to play music
I'm a man with the screaming guitar!

Metal Daze - Manowar
Avuçlarının içi terliyor. Karnında bir ağrı. Heyecandan herşeyi birbirine karıştırıyorsun. Dış dünyadan gelen gürültü umurunda değil çünkü o kadar dağılmışsın ki bir anlam veremiyorsun. Dizlerin titriyor. Sahne arkasından kalabalığa bakıyorsun, birazdan seni yuhlayacaklar ya da alkış yağmuruna tutacaklar. Emin olamıyorsun hangisi gerçekleşecek diye. 3-5 arkadaşına çaldığın günler gibi değil bu sefer; karşında senin her hareketini en ufak ayrıntısına kadar inceleyecek ve bir kusur gördüğünde bir daha yüzüne bakmayacak kadar acımasız olacak bir kalabalık var. Sonbahar esintisi bile yükselen ateşini düşüremiyor. Birden bir elin omzuna konup seni kendisine çevirdiğini görüyorsun. Ne genç ne yaşlı, ancak eskilerin adamı olduğu belli birini karşında görüyorsun. Üzerindeki koyu yeşil Alice In Chains tur tşörtü hafif solmuş. Dimdirek sana bakıp "Heyecanlı görünüyorsun." diyor, anlam veremediğin bir kahkaha patlatıyor ve bu sefer daha babacan bir ses tonunda şu monolog dökülüyor ağzından: Gitar saplantısı olan bir çocuk gibi davranma. Sahnede sadece sen ve gitar varsın. İnsanlara nasıl rock yapıldığını göster!

Devamı var aslında...>>

4 Aralık 2008 Perşembe

Rolling Rock

"Rock müzik"

Evet budur bizi hareketlendiren, başka bir dille anlaşmamızı sağlayan. "Hadi, sadece sen ve gitar"dan başlayıp "Hayatım bir rüzgara yazılmış"a kadar o kadar çok söz var ki rock müzik dahilinde, harekete geçmemek imkansız zaten. Rock müzik bir ateş. Damarlarınızda saatte 300 kilometre hızla giden bir alkol damlası. Bazense moralinizin en bozuk olduğu anda boğulan birini kurtaran bir el gibi yapışıyor yakanıza, çekip çıkarıyor o kada denizden. Bazen bir tren yolculuğunda hissettiriyor sizi, bazen motor üzerinde hız yaparken. Cümlelerin anlamlarını silikleştiririz genelde, ancak "Anlatılmaz yaşanır" söz rock müziğe yakışan bir söyleyiş.

Ses dalgaları, magnetik akımlar ve yükselticiler... Jimi Hendrix'e 70'lerdeki müzikle 40'lardaki müziğin farkını sorduklarında "Elektrik" yanıtını verir. Tek kelimelik bu yanıt 40-50 senelik rock-metal tarihine bir ışık tutmadır aslında. Bugün bir rock grubu kurmayı düşünen insanların akıllarına gelen ilk şeylerin tohumları 50'lerin sonunda, 60'ların başında atıldı. Zamanla gitarlar evrim geçirdi, ses sistemleri sanatçıların gerekleri doğrultusunda gelişti, sahne şovları çeşitlendi, yazılı ve görsel basın kendi içinde bir çağı kapatıp diğerini açtı. İmaj farkları doğdu, yer yer rock dinleyenler bile birbirlerini anlayamaz oldu, bu işten para koparmaya bakanların iştirakleri ile işler gitgide farklı boyutlara taşındı. Günümüzde rock müzikten, daha geniş olarak kaliteli müzikten anlayan insanların ortak düşüncesi 90'ların başında rock müziğin yavaş yavaş kaybolmaya başlaması. Bahsi geçen zamanda da birçok kaliteli grup vardı, kökleri 70'lere dayanan gruplarda henüz ölmemişlerdi; ancak arkadan gelenlerin "rock dışı" tavırları ve bunu müziklerine yansıtmaları müziği bitirdi.

Ne rock içidir, ne rock dışıdır; bu başka bir yazının konusu. Sakinler için Byrds - I Wasn't Born To Follow, hareketliler için Meat Loaf - You Took The Words Right Out Of My Mouth önererek yazıyı bitiriyorum. İyi günler!
Devamı var aslında...>>

3 Aralık 2008 Çarşamba

There's Life Even After Mid-Terms

Vizeler bitti sonunda. Genelde 60lu 70li notlarla atlattık ilk vizeleri ama açıkçası pek memnun olduğumu söyleyemem. Tabi üniversitenin kıdemlileri bu satırları okuduktan sonra bütün kara büyülerini gönderebilirler bana :) Şaka bir yana notlar başka insanlara iyi gelse de beni pek tatmin etmedi.

İlk sınav 9 Kasım'da İnkılap Tarihi'ndendi. Hayatımın en kötü tarih sınavı olmakla beraber birde derse gitmediğimizden sonucu öğrenememiştim. Daha sonra hoca okudu 68 almışım. Sevineyim mi üzüleyim mi bilemedim, daha kötü beklediğimden sevindim aslında ama 68 ne ya?..

Ertesi Salı Türk Dili sınavı vardı. Sınava 15 dakika kala biri soruları buldum diye ortaya çıktı, aldık soruları ezberledikte onlardan çıkmadı anasını satayım... Yinede kolay bir sınavdı, yaratıcı yazmadan 20 puanı çaktık. Tek teklediğim soru 5 kelimenin köken araştırmasıydı. Oradan 10 gitti, birde Türk dili ile ilgili bir köken sorusu vardı oradanda 10 gitti 80 aldım. Sınavın bomba olayı şiirin müziği nasıl oluşturulmuş sorusuna verdiğim "ş ve ç harfleriyle" cevabını bir iki arkadaşla paylaşmam ve akabininde arkamda oturan herkesin aynı cevabı yazması. Herkese 10 puan kazandırdım :D

17 Kasım günü kariyerimin ilk kimya sınavına girdim :P Valla Hasan Hocam sağolsun, alanındaki en gıcık soruları getirdi koydu önümüze. Bir sitrik asit formülü yazma sorusu vardı ki hesap makineleri hata veriyor... Dahası biz deliler gibi Bohr Atom Modeli'ne, Moseley Deneyi'ne falan çalışmışken adam Kütle Spektrofotometresi sordu en son soru olarak. Neyse çizdik yazdık formülleri falan verdik. Daha açıklanmadı ama 60lı birşey gelecek.

23 Kasım tarihli Matematik sınavına ilk iki sınavdan ağzım yandığı için eşek gibi çalıştım. Sanırım ders saatlerinden daha çok kütüphanedeydim. Lise sonda, dersanede falan öğrendiğim Mat 2 bir yana (Best Kırtasiyeye teşekkürler!) geçmiş senelerde çıkan sorular hayatımı kurtardı. Ehe muhtemelen 85-90 geliyor.

30 Kasım olacak kara gün gelip çattığında ben toplamda 5-6 saat çalışmıştım fiziğe. Matematik sınavı çook iyi geçtiğinden ve arada gitar aldığımdan saldık gitti sınavı. Yinede 80 falan alırım diyordum. Aptal bir şekilde kaçırdığım yay ve momentum sorusu, emin olamadığım eğik düzlemler ve şu bu derken hoca geldi ertesi gün okudu sınavı: 70... Sürünerek eve göndüm.

1 Aralık ve son sınav Bilgisayar. Kimya ağırlıklı bir bilgisayar eğitiminden geçiyoruz ve yanında programlamada veriyorlar. Öğrenci işleri sağolsun kendimi muaf sanıyordum, meğerse değilmişim ve ilk dersleri kaçırdım. Regresyonmuş, r kareymiş sınav günü öğrendik. Ama beklediğimden çok daha basit bir sınav geldi, algoritma sorusu olsun excel sorusu olsun garanti. Muhtemelen 90.

Tamam şimdiye kadar üzüldük, kızdık kendimize de buradan okul yönetimine seslenmek isterim; ey Ankara Üniversitesi anlıyorum pazar günü sınav yapmanızı ama şöyle 1-2 gibi yapsan ne olur? Öyle ki sanki hergün okula gidiyormuşuz gibi oluyor, gün kavramını kaybediyorum. Neyse, ilk sınavlar için kendime 100 üzerinden 65 verdim. Finallere çalışmaya şimdiden başlıyorum!
Devamı var aslında...>>

26 Kasım 2008 Çarşamba

Müziğe İlk Adımlar

Sonunda müzik kariyerim başlıyor :) Aslında müziğe ilk adımlarım değil bunlar, zira yaklaşık 5 sene kadar önce akustik gitarda birşeyler öğrenmiş sonra biraz oradan biraz buradan görerek durumu pekiştirmiştim. Buna karşın toplamda gitar elimde geçirdiğim saat sayısı 24 değildir. Cidden öyle. Bazı günler 10 dakika, en fazla 30. Ancak bu sefer durum değişecek sanırım çünkü bu gitar benim, asıl hedefim olan şey.


Birçokları "Neden bas gitar?" dendiğinde mırın kırın edip sonunda "E.. bir grupta çalmak için" der. Benimde hedefim farklı değil aslında ama çıkış noktam biraz değişik. Bana bas gitarı ilk sevdiren kişi Lemmy Kilmister'dır. Motörhead grubunun bas/vokalisti olan bu zatı muhteremi yabancı bir müzik kanalında görmüştüm ve duruşunun yanı sıra çaldığı alet ve o aletten çıkan ses beni etkilemişti. Daha sonrasında favori grubum Manowar'u daha iyi araştırmaya başladığım zamanlarda gördüm ki grubun beyni bas gitarist Joey DeMaio ve adam bas gitarı elektro gitar gibi çalıyor. Öyle ki Manowar'un ikinci bir gitariste ihtiyacı yok. Bu nedenler zaten kafama bas gitar fikrini sokmuşken birde çevremde gitardan anlayan, birtakım gruplarda çalan insanlarda doluşunca bir bas gitar edinme fikri kaçınılmaz oldu.


Bu dönem sıkıntılı oldu biraz. Çünkü ailemin bana bir bas gitar alacak kadar durumu yok. Bu olasılığı eledikten sonra geriye kalan seçenekler: çalışıp para biriktirmek ve beklemekti. Ben bekledim bir süre, bu sırada rock-metal müziği öğrenmeye çalıştım, felsefesini kavramak istedim. Sonraları çalışmaya niyetlendiysemde öss olsun, okul olsun bir türlü izin vermedi. Müzik tek amacım değil ve ders çalışmam şarttı çünkü. Sonunda, bundan yaklaşık 3 ay kadar önce beynimde bir ampul yandı: neden aldığım öğrenim kredisiyle gitar almıyordum ki? Bir şekilde taksitlendirip 160 liralık öğrenime uydurabilirdim tabi ki. Heyecanla gitar bakıyordum. Günlerden birgün Planet Müzik'e gittim en yakın arkadaşımla. Slammer marka bas gitara baktık, arkadaşım gitardan anladığı için onun tavsiyesini dinleyip Slammer'ı kafama koydum. Başka başka dükkanlara da baktım ama Slammer olmuştu bir kez. Tam herşeyi ayarlamışken yüce insan Ercü Abi "Para biriktirip al, taksit iyi birşey değil, hem anlamlı olsun gitarın" dedi. Aaggh... Vazgeçtim yine almaktan. Şans eseri bu furyanın etkisi kısa sürdü ve tekrar Slammer'a göz atmak için Planet'e gittim, bir hafta sonra da (bugün!) gitarı pazar sabahları dostum yapacak işlemi tamamladım. Tabi işlem için Ebruma ve farkında olmayan abisine teşekkürler! Şimdi düşünüyorumda, ailemin bana bir gitar almasından daha iyi oldu bu şekilde almam.




Bilgisayar girişi ayarlayıp kaliteli bir program bulunca yavaş yavaş çalışmalarımı paylaşacağım :) Bitirirken Sons Of Rock - Slowhand Calling'ten kısa bir bölüm yazmak istiyorum, iyi günler!

Hadi, sadece gitar ve sen
Sahnede parlayan tek yıldız sensin
Kalabalık yavaşça alkışlayarak katılıyor
İzin ver duymalarına, izin, Slowhand Çağrısı'nı

Devamı var aslında...>>

9 Kasım 2008 Pazar

Ardıç Kitabevi



Ardıç Kitabevi, son zamanlarda en sık gittiğim yerlerden birisi. Yüksel Caddesine bakan tabelasında gördüğüm "sahaf" ibaresi beni ve kızarkadaşımı oraya çekmişti vakti zamanında. 2. katta bulunan Ardıç'a girdiğinizde sizi sol kenarında küçük bir kitaplığın olduğu kısa ve dar bir koridor karşılıyor. Mekan 2 odadan oluşmakta, ilki az önce bahsettiğim koridorun hemen karşısında, diğerine oranla küçük bir oda. Diğeri ise koridorun sonundan sağa dönünce. Esas yerde burası aslında çünkü büyük kitaplıklar burada yer alıyor. Büyük odadan bir resim göstermek gerekirse:


Bir mekanda öncelikli olarak ilgilendiğim yiyecek içecek kısmına gelelim :) Yiyecek seçenekleri bazlamada tostlardan sandviçlere kadar geniş yelpazede; hem ucuz hemde doyurucu. İçeceklerde ise daha geniş bir çeşitlilik görüyoruz; eğer bir bitki çayı müdavimiyseniz her gittiğinizde deneyebileceğiniz yeni bir tad bulabilirsiniz. Ben kendi özel kombomdan bahsedeyim: İngiliz keki + nescafe... İngiliz keki ve içindeki çikolata sos, kahvenin içinde eriyip giderken... ehem neyse.

Sonuç olarak en azından gidilip görülesi bir yer Ardıç Kitabevi. Kitap çeşitleri bol, fiyatlar uygun, yiyecek-içecekler bağımlılık yaratıcı... daha ne olabilir ki?

Adres: Yüksel Caddesi, 8/10 Kızılay Ankara

İletişim: Facebook adresi


Devamı var aslında...>>

7 Kasım 2008 Cuma

Nefret Ettiğiniz Kişi Tek Okurunuzsa?

Ehe benim blogda öyle bir sorun yokta, bugün otobüste giderken öyle aptal aptal bu konuyu düşündüm nedense. Çok güzel bir blog açmışsınız, yazılarınız tam istediğiniz kıvamda gidiyor. Birde bakıyorsunuz her yazıya aynı kişi yorum yapmış. Kişinin kim olduğunu farkedince -ki kendini yazılarından belli eder- yıkılıyorsunuz... O sizin en nefret ettiğiniz insan!

Bilerek ismini cismini saklar heralde, şöyle işletelim eğlenelim moduna giren tipler vardır ya... Karşılaştığınızda falan sırıtır, yazdığınız yazılardan göndermeler yapar. Ortamda "abi o konuda ben şöyle düşünüyorum" diyerek fikrinizi çalar, ardından size dönüp kıskıs güler. Eğer arkadaş sürekli görüşmek zorunda olduğunuz biriyse -iş yerinden, okuldan ya da en kötüsü aileden- başınız dertte demektir. Başkalarına yazılarınızı anlatarak dalga geçmesi bir yana, insanlarda onun çoşkusuna kapılıp sizinle dalga geçmeye başlarlar. "Oo abi blokçu olmuşuz ne ayak", "Entel dantel hee eheh" gibi yorumlarıda düşünürsek, nefret edilen kişinin blogun tek okuru olması, blog kapatma sebebidir. Sinir harbidir. Sınavdır.

Dinledim ki: White Lion - Don't Give Up (yazıyla alakalıda olmuş yeni farkettim)
Devamı var aslında...>>

6 Kasım 2008 Perşembe

Myspace Tripleri

Myspace iyi hoşta, bazıları takılınca kopamıyor. Yeni kaliteli grupları keşfetmek yerine "daha çok arkadaş toplucam" ya da "bir sevgili bulayım!" diyince olmuyor malesef. İşte iki örnek:

Kız annesiyle tartışıyor myspace hakkında, küçük kardeşide videoyu yorumlarıyla süsleyip çekiyor. Aileye bak lan?! .. in the butt! :D

http://www.todaysbigthing.com/2008/04/15

Bu video ise bir klasik bence. Büyük kardeşler ufak kardeşlerinin myspace bağımlılığı hakkında bir belgesel hazırlıyorlar. Kulaklık takıyorsanız kalıcı duyma hasarı verebilir, ona göre.

http://www.todaysbigthing.com/2008/02/21
Devamı var aslında...>>

Sons Of Rock

Please, please.. Just keep on rocking on. Keep on rolling..



Günlerden bir gün Creedence Clearwater Revival'ın Proud Mary isimli şarkısının videosunu YouTube'dan ararken rastlamıştım Sons Of Rock'a. Proud Mary'i güzel çalmışlardı gerçekten (Leonardo Da Vinci Lisesi, vay be). Ardından aynı konserde çaldıkları kendi şarkılarınıda beğendim ve verilen myspace linkine tıklayarak grubu yakından tanımaya çalıştım.

İspanya'nın Madrid kentinden dünyaya gelen Sons Of Rock ilk zamanlar üç kişiydi. Bir gitarist, bir basçı ve birde bateristten oluşan bu kadro Keep On Rolling, My Name Is Lucille, Sons Of Rock ve Born To Be The Boss şarkılarını bestelemişti. O zamanlardan myspace üzerinden yazışmaya başladık. Sanırım Türkiye gibi (İspanyol bir gruba göre) doğu bir ülkeden birinin çıkıp "İyi şarkılar yazmışsınız" demeleri onları epey şaşırttı ilk başta. Ben ise o sıralar yeni nesil müzisyenlerden iyice ümidi kesmiştim ki Sons Of Rock kaliteli müziğin hala yapılabildiğini gösterdi.

2 Şubat tarihinde Emerganza Müzik yarışmasında gösterdikleri başarıyla göz doldurdular ve hemen ardından internet üzerinden yapılan ankette birinci olarak Rock In Rio'da çalmaya hak kazandılar. İspanya'nın prestijli gazetelerinden El Pais röportajında zatı-alimden bile bahsettiler sağolsunlar. Dayanamadılar, ilk EP'leri Sons Of Rock'ın imzalı bir kopyasını göndererek bizleri müteşekkiriyat sınırına taşıdılar. Sonraları epey uzun bir süre sesleri çıkmadı. Basçının Texas'a gitmesi, bateristinde kişisel durumları sebebiyle çalışamadılar. Sanırım bu süre zarfında grubun beyni, gitarist Alba boş durmadı, barlarda Alba & Friends diye bir grupla sahne aldı. Sessizlik basçı ve bateristin gruptan ayrılması ve yeni basçı-bateristin yanı sıra gruba 2. gitaristin katılmasıyla bozuldu. Gitarist Alba'ya Rafa gitarıyla destek olurken baterist Lete ve basçı Jose grubun altyapısını oluşturuyorlar.

Ve Rock In Rio... Eski kadroyla bestelenmiş 4 şarkının yanında Police At My Door, Knockin' Hell's Door, Just The King ve Slowhand Calling isimli 4 yeni şarkı daha seyircilerin beğenisine sunuldu (ben ilk kez dinlemiştim, ben bile ilk kez dinlemişsem muhtemelen herkes ilk kez dinlemiştir). 4 yeni şarkıda görüldü ki Sons of Rock iyi bir amatör gruptan umut vadeden profesyonel bir grup olmaya adım atmıştı. Gitarlardaki geçişlerin yanı sıra bas-bateri uyumu Rock In Rio'yu grubun tarihindeki altın bir sayfa yaptı. Grup Rock In Rio'nun hemen ertesinde Beatless'ı besteledi.

Elemanlardan bahsetmek gerekirse, yukarıda da bahsettiğim gibi Alba grubun beyni, baş söz yazarı ve bestecisi. Yetenekli bir gitarist olarak göze çarpıyor ve kızlar rock yapamaz tezini çürütüyor. Omzunun üzerinde gitar çalarken görebilirsiniz. Rafa 2. gitarist olarak epey iyi göründü Rock In Rio'da. Alba gibi O da çok yetenekli ve grubun geleceğinde kuşkusuz söz sahibi olacak. Aynı zamanda son bestelenen 5 şarkıda emeği olduğu aşikar. Lete iyi bir baterist, hatta bana göre Sons Of Rock aradığı bateristi bulmuş. Vuruşları ve tekniği yaptıkları müziğe tamamen uygun. Jose ise özellikle dikkat ettiğim bir eleman (benimde basçı olmamdan kaynaklanan bir durum :) ), sahnede güçlü görünüyor ve Lete ile beraber iyi bir ikili oluşturuyor. Son haliyle Sons Of Rock rüştünü ispatlamış vaziyette.



Sons Of Rock'a ulaşabileceğiniz adresler:

Resmi Site

Myspace Sayfası (grubun resimleri yanı sıra 6 şarkısını dinleyebilirsiniz.)

Not: Resimleri görünce "hayırdır inşallah" dediniz biliyorum ama bundan sonra resim kullanmaya karar verdim :)


Devamı var aslında...>>

5 Kasım 2008 Çarşamba

Gerçeğe Giden Yol - Bölüm 1: İlk Yıllar

Astronomi ve Bilim Adamları... Evet bu iki kitaptı kafama dank edip hayatımı değiştiren. Halbuki daha okumayı yazmayı adam gibi yeni öğrenmiştim, sadece haddinden fazla meraklı bir çocuktum. Siz "Tamam Mustafa saçmalama, bloguda kapat yeter artık" demeden açıklayayım efendim.

Sıradan sakin bir günde dayımlar bana kitap hediye etmişti. Yukarıda deli danalar gibi adını zikrettiklerimde onlardır. İki kitapta Tübitak Yayınları'nın çocuk serisine aitti ve şansıma tamda yaşıma hitap edecek düzeydeydi. Dayımların neden böylesi kitapları bana aldıklarını düşünüyorumda, o sıralarda ansiklopedi okumaya başlamıştım ve ta beş yaşımdan beri benim en iyi oyuncağım bir hayvan ansiklopedisiydi.

Önce astronomi... Gezegen, gökada, Güneş, Dünya derken birde bakmıştım ki zamanın popüler yarışma programı "Kim Beşyüz Milyar İster?"deki astronomi sorularını kaçırmıyordum. Aynı zamanda ortaokul ve lisede en paspal şekliyle öğretilen astronomi o kadar kolay geliyordu ki canım sıkılıyordu. Diğer kitap Bilim Adamları ise çok basit olmasına rağmen her yaş grubu insan için çok yararlı bir bilim tarihi kitabı. Hint, Mısır ve Antik Yunan'da bilimden başlayıp 20. yüzyıl atom kuramlarına kadar çok genel bir tarihi ele alırken, bunu o kadar güzel anlatıyor ki vakti zamanında kitabı tam anlamıyla sömürüyordum. Yaşıtlarım sokakta aslanlar gibi top oynarken ben evde bu iki kitabı ve daha sonra parabolik bir hızla sayıları artan diğer Tübitak kitaplarını okuyordum.

İşte bugün Temel Kimya dersimize giren Hasan Hoca'nın küçük laboratuarını görünce aklımdan bunlar geçti. Bir diğer yazımda daha sonra olanlardan bahsedeceğim. İyi günler!

Not: Asla asosyal bir çocuk olmadım, sadece kitaplara çok kaptırdım kendimi; gözlüklü sünepe bir tip değilim yani :)
Devamı var aslında...>>

2 Kasım 2008 Pazar

Kişisel Yazın Özeleştiri -1-

Belli araklıklarla özeleştiri yapma fikri geldi aklıma bugün, gelmişken uygulayayım dedim.

Öncelikle -sabredip her yazıyı okuyanlar farketmiştir- ilk yazılar daha çok kendim ve yaşantım hakkındayken, yani bir nevi günlük gibi giderken sonraları ansiklopedik dili kullanarak düşüncelerime önem vermişim. Son yazımda biraz dili hafifletsemde öncesindeki zıtlık garip göründü bana :)

Bundan önceki temam klasik blogger minimalist temaydı, sade ama sıkıcıydı. Değiştirdim rahatladım. Ama rahatlama değişimden mi oldu, yoksa sancılı değişim işleminin (kodlarrr...) bitmesinden miydi emin değilim.

Bunun haricinde yazılarım sıkıcı geliyor bana biraz. Yani okuyucu çekmek için birkaç yazı yazardım, belkide yazardım o sorun değil; asıl sorun yazıların dilinde gibi geldi bana. Ağır gibi, sıkıcı. Bilmiyorum, zevkli yazmaya çalışmam ama en azından dikkatli olabilirim önümüzdeki yazılarda.

Son yazılarda etikette kullanmamışız, bunda da kullanmıyoruz. Kullansak iyi olur dimi?

Kesinlikle blog hakkında birşey öğrenmeliyim; rssdir, google analyticstir hiçbirşey bilmiyorum.

Birde normal yazıların haricinde yazı dizileri ya da
bu blogda yapıldığı gibi okuyucularla güzel vidyoları ve ya okuduğum bloglardaki beğendiğim yazıları paylaşabilirim. Bakalım bu konuda düşünmek gerek.

Yazdığım yazıların altına, yazarken dinlediğim şarkıları yazmak istiyorum artık!

Resmimi değiştirdim farkeden var mı..

Son olarak yazdığım hikayeleri paylaşayım diyorum ancak onlar çok uzun, bunun için "devamı için.." etiketini öğrenmem gerek. Belkide rapidshare gibi bir siteye yönlendiririz. Ne kadar çok soru işareti varmış kafamda yazarken ortaya çıkıyor. Herneyse, iyi günler!

Dinledi ki: Mike Tramp - Heart Of Every Woman, White Lion - Little Fighter
Devamı var aslında...>>

1 Kasım 2008 Cumartesi

Ankara'da Otobüse Binerken Dikkat!

Başlığa bakıp "şu şu tarihten itibaren Ankara Ego işletmesi..." gibi bir haber vereceğim sanmayın :) Bugün size Ankara'da belediye otobüsüne binmek kavramı ve binerken nelere dikkat edeceğinizden bahsetmek istiyorum çünkü eğer bu konuda bir bilginiz yoksa otobüste sinir krizi geçirirsiniz :) Öncelikle güzelim(?) Ankaramızdaki otobüs çeşitlerinden başlayalım. Ankara'da iki tip belediye otobüsü mevcuttur: Macar yapımı Ikaruslar ve Alamancı olduğunu tahmin ettiğim Man'lar.

Ikaruslar Macaristan'ın bağırından kopup gelen mültecilerdir. Yunan mitolojisindeki Ikarusla hiçbiiir alakaları olmamakla beraber Ankaramıza 1989-1995 yılları arasında giriş yapmışlardır. Kışın soğuk yazın serin olmalarının sebebi, camları kapansa bile heryerinden hava girmesidir ki otobüsün içinde rüzgar eser (yani bu bir başarı bence). Boş gelmesine sevinmeyeceğiniz bir otobüs Ikarus, içinde insan olunca ısınıyor biraz. Son olarak, bir rivayete göre Eryaman - Batıkent seferindeki bir Ikarus'un körüğünden sonraki kısım artık bu işkenceye dayanamayıp kopmuş ve yan devrilmiştir. Manlar ise üstün Alaman teknolocisinin eserleridirler. Sessiz, sakin, sallanmadan giden otobüslerdir. Eğer bir Man'dan daha iyi birşey varsa o da iki Man'dır zira Man'lar hep ağzına kadar dolu olduğundan en azından diğer arabanın kapı ağzına sıkışabilirsiniz :)

Araba alacak parası olmayan (arabası olsa da benzin koyamayan) dar gelirli vatandaşın can simididir Ego otobüsleri. Yazının asıl sebebi olan "dikkat edilecek hususlar" kısmı daha otobüse binmeden başlıyor :) Efendim bazı duraklarda hiç sıra olmaz, ilk atlayan biner (örneğin evimin yanındki durak). İlk başlarda çok otobüs kaçırdım ama sonralarında nasıl rol yapıldığını öğrenip işin çakalı oldum! Herneyse sıra varsa bile bir sorun oluyor çünkü bazen sırada iki kuyruk oluyor (ekran başındakilerin afallama sesleri eşliğinde..). Kızılaydan bindiğim durak aynen böyle bir yerdir ve her zaman kavga çıkar, istisnasız her zaman :) Hele birde her kuyrukta zeki bir amca çıkıp işi halletmeye çalıştı mı yarım saat otobüse binemiyorum...

Otobüse şans eseri bindiniz diyelim. Baktınız oturacak yer yok, hemen arkaya ilerleyin (böyle yapmayanlarla aramda soğuk rüzgarlar estiriyorum otobüslerde). Tutunabileceğiniz bir yerde varsa tamam. Bir yer boşalırsa sakın sağa sola bakmayın, oturun. Bir Keçiörenli olarak yaşadığım 19 yılda şunu öğrendim ki eğer bir fırsatınız varsa, o son fırsatınızdır! Oturun abi, sonra bakın yaşlı teyze amca mı var bebelik kadın mı var diye, kalkar yer verirsiniz.

Son olarak otobüse binen şahıs şu sözlere alışık olmalıdır:
"Bir iki adım lütfen.."
"Arkalar bomboş .... (halbuki arkada santimetreküp başına 4 insan düşüyor)"
"Veriyonuz Meliii Gökçee oyları, böyle oluyor sonra! (ertesi günkü seçimlerde adı geçen şahıs %50 ile belediye başkanlığını sürdürür)"

Bundan sonraki belediye otobüsleri yazımın başlığı "Yaşlı İnsan ve Belediye Otobüsü" olacak sanırım, esen kalın arkalara ilerleyin ilerletin :)
Devamı var aslında...>>

30 Ekim 2008 Perşembe

Etanol ve Naproksen Sodyum

Bugün garip şeyler oldu. Önce bir bira içtim ve ardından -diş ağrım sonucu- bira içtiğimi unutup ilaç aldım. 2. birayı içmeye başladığımda farkettiğim bu durum beni önce endişeye sevketti ancak bu endişe yerini birden tamamen bir dinginliğe bıraktı. Hiç korkmadım. Zehirlenip ölebilirdim ancak ben ne zaman bu düşünceyi aklıma getirsem bir korku hissetmedim. Sanki şöyle dedim: eğer olacaksa korkmuyorum çünkü korkmamı gerektirecek hiçbirşey yapmadım. Tek bir noktada üzüldüm, oda eğer ben gidersem arkamdan ağlayacaklar var.

Bu durumu kayıtsızlığa ya da umursamazlığa bağlayabilirsiniz ancak ben durumu kendime güvene bağladım. Eninde sonunda öleceğiz, esas mesele ölürken arkanıza korkacak birşeyler bırakmamanız. Yaşamımız boyunca dinler olsun, ahlak kuralları olsun birçok etki sözkonusu üzerimizde ancak resme biraz daha geriden bakmak gerekirse aslında yapmamız gereken şey daha basit: iyi bir insan olmak. Ve sanırım ben iyi bir insan olduğumu düşündüm. Birkaç sene sonra belkide hatırlamayacağım bir gün olacak 30 Ekim 2008 tarihi, buna karşılık hayatım boyunca takip edeceğim iz "iyi bir insan ol"dur. Umarım gittikçe yozlaşan dünya benide pençesine almaz ve bu sözü unutturmaz.
Devamı var aslında...>>

22 Ekim 2008 Çarşamba

Neden Yazıyoruz?

Epeydir yazmamıştım.

Ben böyle düşünürken aklıma şu soru takıldı: Neden yazıyoruz? Ben bu soru içinde sürüklenip giderken Türk Dili dersinde de böylesi bir konu dönünce kendimi iyice düşünmeye sevkettim.

"Neden yazıyoruz?" sorusu bir bakıma "Neden sanatla ilgileniyoruz?" sorusu ile bağlantılı bana göre. Bir sanatçı (ustalığı hangi konuda olursa olsun) neden sanat yapar? Kendi düşüncelerini neden içine atmak yerine dışa vurur? Hatta Türk Dili dersindeki soruyuda buraya ekleyebiliriz: Eğer ki sanatçı kendi için sanat yapıyorsa bunu neden insanlarla paylaşıyor ve üzerine para kazanıyor?

Bunların basit bir cevabı da olabilir karışık da. Ancak işin köküne inmeye başladığımızda yine o insan doğası sistemiyle karşılaşıyoruz. İnsan doğası yoğun bir madde gibi görünmeye başladığı, sanki insan kavramından bağımsız başlı başına bir konu olarak görünmeye başladığı noktada bu sorular beni şu cevaba götürüyor: İnsan anlaşılmak ister. Örneğin ben bu blogdaki yazılarımda genel olarak düşündüğüm, kafa yorduğum konulara yer vermeye çalışıyorum ki insanlar beni anlasın, düşüncelerimle kafalarında bir başka kapı açabileyim. En basitinden şu yazıda düşüncelerimi dile getirdim ve bu konu hakkında düşünen insanları farklı bir bakış açısıyla tanıştırdım.

Toparlamak gerekirse; yazıyoruz çünkü içimizden gelenleri diğer insanlarla paylaşmak istiyoruz. İstiyoruz ki diğer insanlar bizim düşüncelerimizi okuduktan sonra onun hakkında düşünsünler ve yeni fikirler edinebilsinler. Ya da sadece kendimizi kandırıyoruz :) İyi günler!
Devamı var aslında...>>

16 Ekim 2008 Perşembe

Kuyu Ve Sarkaç

Aman tanrım, Edgar Allan Poe!

Birçokları Edgar Allan Poe'nun ismini duymuştur. Bazıları Kuzgun'u (The Raven) okumuşlardır. Birtakım kişiler Poe'nun hikayelerini başarılı bulur. Ancak sadece onun dil zenginliğinin zekasıyla nasıl ve neden böylesine sıkı sıkıya kenetlendiğini anlayabilenler Poe'nun hayranı olabilirler.

Kuyu Ve Sarkaç (The Pit And The Pendulum), Poe'nun 1842'de yayınladığı bir eser. Eserin içeriği hakkında hiçbir sır vermeden, size nasıl yazılmış olduğundan bahsetmek istiyorum. Öncelikle hikayenin başlangıcı olan nokta çok iyi seçilmiş. Daha geriden ve ya daha ileriden başlayabilecekken öylesine güzel bir nokta seçilmiş ki hikayeye olan ilginiz daha baştan tavan yapıyor. Daha sonraları hikayenin seyiri, sesi gittikçe artan bir klasik müzik eseri gibi. Öyle ki hikayenin son satırına kadar heyecanla okumanızı sağlıyor. İnişli çıkışlı hikayelerin aksine sürekli atran bir gerilim, heyecan ve beklenti oluyor.

Sürükleyicilik bu derece yüksekken dil zenginliği, diğer eserlerindeki çizgisini sürdürüyor. Karakterin içinde bulunduğu durumu, sanki okuyucu yaşıyormuşcasına hissettirebilen betimlemelerle dolu bu eser. Örneğin (hadi küçük bir kısım verelim hikayeden) karakter duvara dokunarak ilerlerken, okuyucunun kitabı tutan elleri sanki o duvarın pürüzlü yüzeyini hissediyor. Yazarın -ve elbette bu eserin- bu derece başarılı olmasının iki sebebinden biri bu. Diğeri ise ustaca örülmüş küçük ayrıntılar. Yazarın şimdiye kadar okuduğum yazınlarının hepsinde küçük ayrıntılar o derece önemlidir ki bazen hikayenin temelini oluşturur. Karakterlerin kafayı kullanma metodları (ki bu metodlar yazarın aklına gelen şeyler olduğundan, bunları yazarın zekası ile de ilişkilendirebiliriz) insanı hayretler içerisinde bırakıyor.

Efendim son olarak bahsetmek istediğim şey; aslında bu eser o kadarda başarılı olmayabilir, sadece ben kendimi çok kaptırmış olabilirim. Ancak böyle bile olsa Kuyu Ve Sarkaç kesinlikle zaman ayırılması gereken bir eser. Kim bilir belkide ben haklıyımdır.
Devamı var aslında...>>

9 Ekim 2008 Perşembe

ÖSS Hakkında

Otobüslerde artık harıl harıl test çözen gençliği görmek mümkün. Hani bayram falan bitti artık derslere tam gaz başlandı ya... Bende zamanında o yollardan geçmiş, otobüste "hadi kalk artık" diye bakan insanların bakışları altında logaritmik denklemleri çözüp elektrokimyasal pillerin yapısal formüllerini çıkarmıştım. İşte geçen gün yanıma oturan öğrenci sadece bu anıları ortaya çıkarmakla kalmadı, öss sisteminin gerekliliğini sorgulamama neden oldu (fanzini okuduğum için eve gelince düşündüm).

Üniversitelere giriş sınavı bildiğiniz gibi iki bölümlü, 3 saat 15 dakika falan. Herkesin ortak görüşüne katılıyorum ve bir insanın hayatının 3 saat 15 dakikalık bi sınavla yönlenmesine tepki gösteriyorum. Ben çalıştım çabaladım, birazda şans yardım etti elbette ve istediğim okulun istediğim bölümüne yerleştim ("yerleşmek" lafı garip aslında, ikamet ediyoruz sanki okulda. Ciddiye alıp yerleşenler ve 7-8 sene sınıfta kalanlar var birde!). Ancak birçok öğrenci istedikleri bölüme yerleşemediler malesef. Neden? Çünkü heyecanlandılar, kafaları durdu, bayıldılar, birkaç gün önce bir yakınları vefat etti vs... Bunların hiçbiri olmamış olsa bile, sınav sırasındaki ruh hallerinden ileri gelen sebeplerle bir soru üzerinde takılıp dakikalar harcadılar ve zamanları kalmadı. Sonuçta fizik okumayı kafasına koymuş birisi ziraat mühendisliğine, Amerikan dili ve edebiyatı tutkunu birisi, klasik yunan dili ve edebiyatı bölümüne gitmek zorunda kaldı. Ha bu durumdaki arkadaşlar olduğu gibi gayet çalışıp, kendisine sınav sırasında hakim olan insanlarda vardı ve istediklere yere yerleştiler.

Peki sınav olmazsa ne olacak? Tabi ki öğrencilerin lise not ortalamaları işin içine girecek ve aldıkları ortalamalara göre bölümlere başvuracaklar. Çok güzel değil mi, lisede okul birincisi olan birisi kimya bölümünde sürünmeyecek, örneğin genetik okuyacak. Ancak şunu unutmayalım ki, liselerin durumu içler acısı. Öğrenciler dersleri liselerde değil malesef dersanelerde öğreniyorlar (tıpkı benim gibi). Hocaların kaliteleri tartışma konusu. Sırf önü ilikli değil diye dersten kalan başarılı bir öğrencinin durumu ne olacak peki?

Demek istediğim şu ki, mevcut durum içerisinde en iyi sistem öss sınavı. Ha liseler geliştirilir, hoca kalitesi sağlanır, öğrenci kalitesi belli bir seviyeye çıkarılabilirse tabiki de sınav kalkacak ve bunun gibi bir not ortalamasına dayalı sistem getirilecek, getirilmeli. Belki ikisinin ortası olarak lise 1, 2, 3 ve 4. sınıfların sonlarında olmak üzere 4 sınav yapılıp ortalaması alınabilir ancak o zamanda mezun öğrenciler ne olacak, hangi sınava girecekler? Birde böyle birşey olursa dersanecilik tavan yapar (sanki şimdi tavan değilmiş gibi... neyse bu başka bir yazı konusu).

Kapanışta şu küçük düşüncemi dile getirmeliyim: İlkokullarda köklü bir devrim yapılmalı, susup ezberleyen çocuklar değil, konuşup konunun mantığını kavramaya çalışan öğrenciler yetiştirilmelidir. Teşekkürler.
Devamı var aslında...>>

6 Ekim 2008 Pazartesi

Evrim Hakkında Düşünceler

İnsan bir hayvandır. İnsan, memeliler sınıfının içinde yer alan Büyük İnsansılar familyası içinde yer alan bir hayvan türüdür. Bu iki cümle çok ansiklopedik oldu değil mi? Aynı zamanda diyeceksiniz ki "ne bu Büyük İnsansılar?". Bilim evrim teorisinin geçerli olduğunu kabul eder çünkü eldeki verilerle kurulabilecek en iyi bilimsel hipotezdir. Buna karşılık birçok insan evrim teorisini reddeder çünkü maymundan türediğini kabul etmez. Aslında evrimle ilgili red oylarının en temel noktasıda bu sanırım. Birincisi bu yanılgıyı düzeltmek istiyorum. İnsan maymundan türememiştir; evrim "insanla maymunun atası ortaktır" der.

İkinci olarak gelelim benim evrim hakkındaki düşüncelerime. Yukarıda da dediğim gibi bilimsel bir yöntemle, canlıların dünyasına girip nerden gelip nereye gittiklerini açıklamaya çalışırsanız; evrim olmasa bile sanırım ona yakın birşeyler ortaya koyarsınız. Evrim teorisini destekleyen veriler mevcut ancak bu veriler yorumlara göre değişiklik gösterebilir. Bir deniz kabuklusu fosiline bakan iki ayrı araştırmacıdan ilki, fosilin günümüzdeki deniz kabuklularının atası olduğunu; diğeri ise binlerce yıl önce ortadan kalkan bir türün fosili olduğunu söyleyebilir. Bütün bunların ışığı altında ben diyorum ki; evrim konusunda kesin emin olamayız. Bu iki yönlü bir düşüncedir: kesin var ya da kesin yok diyemeyiz.

Kesin var diye neden diyemeyiz peki hocam? Evrim'in boşlukları bunun için yeterli bir sebep gibi görülse de aslında, evrim kuramının tamamına hakim olamadığımızı düşünüyorum ben; bütün insanlık olarak. "Gözümüzün önünde evrim geçiren bir canlı olmadı daha" gibi bir klişeye bulaşmayacağım ama eldeki verilerin yukarıda bahsettiğim gibi farklı yorumlanması durumu, evrimi kesin kabul edemememizin bir etkeni. Ayrıca inanan insanlara öğretilen yaradılış olayı, o insanların kafasında evrimi bitiriyor.

"Kesin yok" ta diyemiyoruz, neden? Çünkü evrim teorisi (hipotezi ya da, nasıl isterseniz), bilimsel açıdan en mantıklı yol. Bunun yanı sıra açıkları olsa dahi geliştirilebilmesi söz konusu ve belkide bir gün gelecek evrim teorisi reddedilemez olacak, yani kanunlaşacak; bunu bilemiyoruz henüz. Bilim bir yana, bilimle alakasız olan insanlar için bile evrim, şöyle bir düşünüldüğünde, mantıklı gelebilir. Neden olmasın? Varlığından kesin emin olamayacağımızı savunurken konuya hakim değiliz tam olarak demiştim, aynı sebepten yokluğundanda kesin emin olamıyoruz. Kanıt yokluğu yokluğun kanıtı değildir.

Birde benim küçük bir düşüncem var, doğru ya da yanlış, sadece böyle olabileceğinide hesaba katmak istiyorum. Belkide "Tanrı vs Evrim" gibi bir durum yokturda; evrim, Tanrı'nın bir sistemidir. Belki ilk olarak basit canlıları yaratmıştır ve sonra onları mükemmelleştirerek (ya da mükemmelleşmelerine sebep olarak) bugünlere getirmiştir. Bu düşünceye engel olabilecek ayetler, hadisler falan vardır sanırım ama bence bu düşünce dikkate almaya değer.

Evrim çok garip bir konu, günden güne fikriniz değişebilir. O yüzden bana kalırsa herkes bol bol bu konu hakkında okumaya, kendi içinde düşünmeye ve fikir sahibi olmaya baksın ancak "bu doğru işte!" diye başkalarına dayatmasın. Zaten herkesin düşüncesi kendine... İyi günler.
Devamı var aslında...>>

5 Ekim 2008 Pazar

Ordu'nun Varlığının Sebeplerinin Sorgulanması

Acaba silahlı kuvvetlerin gerekliliği nedir? Bu soruya verilecek en yalın cevap, "ülkeyi dış tehditlerden korumak için" olacaktır elbette. Peki dış tehditlerin kaynağı nedir? Aslında bu soruya vereceğimiz cevap, direk olarak, orduya duyulan gereksinimi sorgulayan bir sorunun cevabı olacaktır. Ben durumu kendimce şöyle özetliyorum: Ordu, her insanda varolan bir "kötü taraf"ın getirdiği zorunluluktur. Açıklamama izin verin.

Ne zaman insanlar doğa ile savaşta üstün konuma gelmeye başlayıp birbirlerinin topraklarına -tarımın gelişmesiyle- göz dikmeye başladılar, işte o zaman ilk ordular ortaya çıktı. Eğer insandaki kötü taraf olmasaydı belki şöyle bir düşünce mavi küreye egemen olabilirdi: "Yeteri kadar var zaten". İnsanlar yeteri kadar toprak, mal, mülk, maden ve benzeri şeylere kanaat edebilselerdi ilkel toplumlardan günümüze miras kalmış en kritik şeylerden biri olan "savaş" kavramı belki olmazdı. Herneyse bir diğer yandan insanların içinde bulunan kötü taraf sadece ülke sınırlarını genişletmek amaçlı değilde mesela güç gösterisi yapmak ve dünyayı ele geçirmek - hükmetmek gibi bir takım düşüncelerede neden olmaktadır ve açık ki birçok savaşın sebebide bunlardır. Kültür ve din gibi kavramları yaymak için yapılan savaşlar ise bana hep garip gelmiştir.

Yukarıda bahsettiğim durumlara sebep olan insanın kötü tarafı, insan doğasına özgü birşeydir; söküp atılamaz. Çok iyi insanlar vardır, iyi insanlar da vardır ancak gücü elinde bulunduranlar da insandır ve hepside kötü değildir. Biri bana çıkıp "ee ne önerin var" dese "durumu korumak" cevabını veririm çünkü yukarıdaki gibi sebepleri binlerce yıllık savaş tarihi sebebiyle insanlardan söküp atamayız. Çok iyi niyetli bir halk düşünelim mesela, ülkeleride olsun. Bu ülke "biz anti militaristiz" diyip ordusunu terhis etse ertesi gün bütün ülkelerle savaşmak durumunda kalır. Bugünkü koşullarda ordusu terhis edilmiş bir ülke, bağışıklık sistemini kaybetmiş bir insan gibi malesef. Ya bütün ülkeler feshedecek, ya hiçbiri, ne yazık ki.

Uzatmadan şöyle toplamama izin verin; eğer insan psikolojisinin evrimi daha farklı olsaydı, yani daha iyi olabilseydik, ordulara ihtiyacımız olmayabilirdi. Ancak mevcut durumda ordular gerekli çünkü herkes iyi niyetli değil. Ve asıl sorunun cevabı: Silahlı kuvvetler, insanda kötü bir taraf olduğu için vardırlar.

Bir latin atasözü der ki: "Ordular barışı korur"
Devamı var aslında...>>

4 Ekim 2008 Cumartesi

Su Bazlı Bir Gün

Boya yapmak gerçekten zormuş. Birincisi uygun rengi elde etmek zaten. Boyayı aldınız, beyaza karıştırdınız, su falanda eklediniz de; birde baktınız istediğiniz renkten daha açık. Biraz daha boya ekle karıştır... Aslında işin zor kısmı karıştırmak çünkü çok uzun süren yorucu bir iş. Mümkünse geniş ve derin bir kovada karıştırmayı deneyin zira bu sayede su boyayla daha kolay karışacaktır; tecrübeyle sabittir. Herneyse, boya tamam diyelim, ruloyuda batırdınız boyaya, bismillah duvara dalamıyorsunuz söyle. Ruloda kalan fazla boyayı uzaklaştırmanız gerekiyor yoksa boya duvardan akmaya başlar hemde etrafa çok boya sıçratırsınız. Son olarak sakın sürekli giyindiğiniz kot pantolonunuzla falan boya yapmayın, uyduruk eşofman altı falan bulun çünkü heryeriniz batacak...

Yeni bir eve çıkmak heyecan verici oluyor, bugün bunu gözlemleyebildim. İnsanlar kendi odalarını boyarken, eşyalarının yerlerini tasarlarken, oda arkadaşlarıyla geçirecekleri zamanı konuşurken gözlerinde bir parlaklık görüyorum. Gülünç olduklarını kim iddia edebilir? Şu anda bende bir ev almış ve onunla ilgileniyor olsaydım muhtemelen bende öyle olacaktım. Sahibiyet duygusu insanları heyecanlandırıyor; bir arabaya, bir iş yerine ve ya bir eve sahip olunca. Birde ev kavramı insanoğlu için önemlidir biliyorsunuz. Orası bütün tehlikelerden uzak, dinlenmek ve eğlenmek için akla gelecek ilk yerdir (ama tabi bunun dışında kalan evlerde yok değil). Birde senelerce ailesinin yanında yaşamış bir insan kendi evine çıkarak artık kendi kurallarını koyabileceği bir yere sahip oluyor. İçgüdülerin bir meselesi işte, çoook eski atalarımızdan bize miras kalmış güdüler.

İçgüdü demişken günümün olayından bahsedeyim. Sevgilimle 2. senemizi bitirmemize 20 gün kalmışken aklıma garip bir soru takıldı (aslında herkesin aklına zaman zaman geliyordur): Bende ne buluyor? 2 sene az bir süre değil. Bir gönül eğlendirmek için ve ya bir vicdan azabından kurtulmak için gerçekten çok uzun. Demek ki diyorum beni seviyor, gerçekten seviyor ki 2 sene boyunca hayatında söz sahibi olmama izin verdi (binbir oyunla saçlarını kestirmesine sebep olmama bile kızmadı). Peki beni geriye kalan insanlardan farklı kılan, onlarda olmayıp bende olan ve O'nun 2 sene boyunca benle olmasına neden olan karakteristik unsur ne? Ondan bu konu hakkında düşüncelerini yazmasını istedim, bakalım özel olmazsa paylaşırım.

Son olarak ton balıklı salata mısırla çok güzel oluyor, meraklısına tavsiye olunur.
Devamı var aslında...>>

3 Ekim 2008 Cuma

Yetiştirmek, Fikir Edinmek, Değiştirmek

Birşeyler yetiştirmek, büyüyüp geliştiğini görmek, ona emek sarfetmek sanırım güzel birşey olmalı. Bugün sevgilimle gidip domates tohumları aldık. Benim çoktandır denemek istediğim birşeydi aslına bakarsanız çünkü toprakla uğraşmak bana her zaman güzel bir uğraş gibi gelmiştir. Satın aldığımız yerdeki adama sorduk, bize şu anda yetiştiremeyeceğimizi anlattı ama en uygun koşulları yaratıp yetiştirmek istiyorum. Bir gün "hehe, yetiştirdiğim domatesle süper bir sandviç yaptım" yazarsam şaşırmazsınız artık.

Bugün sevgilimle buluştum, kavuştuk sonunda. Beş gün bile olsa, insan ayrı kalınca o teması, heyecanı özlüyor. Sevgilimin kokusuna, gülüşüne, sarılışına tekrar kavuştum ve mutluyum.

Kızılay'ın en iyi rock barı Always Rock'ta bu gece Dio & Rainbow gecesi vardı. İlk olarak Rainbow ile başlandı. Rainbow'un Dio'lu dönemine dair bir konserin ardından Joe Lynn Turner yıllarına dair klipler gösterildi. Şahsen ben Turner'ın Rainbow dönemide dair birşeyler bilmiyordum ve epey bilgilendirici oldu bu bölüm. Daha sonrasında Dio'nu tahminimce 2000-2003 yılları arasında bir zaman verdiği bir konser gösterildi. Yine Holy Diver olsun, Don't Talk To Strangers olsun, Rainbow In The Dark olsun çoşturdu bizi küçük dev adam. Konserin yarısında tek tabanca takılmaktan sıkıldığım için evin yolunu tuttum.

Bira benim çok sevdiğim birşeydir. İçimi kolay bir içkidir, muhabbetin yanında çok iyi gider. Ancak olmuyor, göbek yapıyor. Ayrılamam dediğim biradan ayrıldım, viskiye geçtim. 3-4 70'lik bira içeceğime 1-2 duble viski içmeye karar verdim ama ona da alışmam lazım daha. Birde kötü yönü yanında çok tuzlu fıstık yada çikolata gidiyor. Göreceğiz neler olacak.

Bana çok yoğun bir günmüş gibi geldi aslında, belkide sadece kafamın için çok meşguldür...
Devamı var aslında...>>

2 Ekim 2008 Perşembe

Keçiörenli Olmak

Bayramın son günü yine otobüs izdihamları yaşanan bir gün olarak hafızalarda yer etti. Bunu biliyorum ben, doğduğumdan beri Ankara'nın güzide semti Keçiören'de yaşıyorum, o yüzden belediyenin beleş otobüslerine binmektense halk otobüslerine 1.1o ytl vermeyi tercih ettim. Ancak kaçamayacağım gerçek akşam otobüs bulma durumuydu malesef, 2 akşamdır belediyenin beleş otobüsüne biniyorum. İnsanların birbirini ezdiği, inene-binene saygı duymadığı, binmek için kapalı arka otobüs kapılarının yumrukladığı ve hatat tekmelediği sefer sayılarıdır 420 ve 422. Tama bayram gezmesi iyi hoş birşey, beleş otobüslede çok iyi olacak ancak hiçbir saygı unsuru beslemeden oraya binince sorun çıkarıyorsun arkadaşım! Bu konunun son ve en bomba unsurunu anlatıp bitireyim o halde. Otobüs durağında bir kısım -kimine göre enayi kimine göre saygılı- insan sırada bekliyordu ve bende en arkasına geçtim. Tam otobüse binip yer bakındığım sırada insanlar sürü halinde (evet sürü... vahşi doğada yaşayan hayvanlar gibi) orta ve arka kapıdan boş koltuklara saldırdığını gördüm. Tepem attı tabi ki.

Efendim sadece Keçiörenli olarak tepem atmadı, bir Beşiktaş taraftarı olarakta tepem attı. Kötü oynadık, adamlar iyi oynadı, olay sadece bu ama. İstifaya şuna buna gerek yok ama insan 19 senedir tuttuğu takım yenilince, hemde ilk ikisi şansına, diğer ikisi takımın dağılmasından kaynaklanan gollerle yenilince üzülüyor kızıyor.

Farklı mesleklere mensup 5 arkadaşım ev tuttular (sonunda), bugün bende onlarla beraber gidip evi gördüm; günün meselesi buydu. Biraz dökülüyor olsa da boya ve halılarla beraber çok iyi bir yer olacak gibi, Kızılay'a da çok yakın. Ancak asıl mesele beyaz eşya tabiki. İftaye pazarına gittik, buzdolapları 100, ocaklar 40 lira. 3.5-4 sene sonra gerçekleşmesini planladığım eve çıkma durumlarını bir kez daha gözden geçiriyorum.



Yazımın sonunda O'nun geldiğini haber vermek isterim, mutluyum huzurluyum.


Devamı var aslında...>>

1 Ekim 2008 Çarşamba

Ekim

Sonbahar, dökülen sarı yapraklar ve Ankara Üniversitesi Tandoğan yerleşkesi... Okulun tatil olduğu şu dönemde çok özlüyorum bunu çünkü kapısından girdiğinizde dinginliği yaşadığınız bir yol var. Ancak en çok özlediğim şey o değil...

5 günlük bir geziye gitti ailesiyle; 5 gün sadece ve yarın akşam dönüyor. İnsan gitmeden "ne olacak ya biraz özleriz birbirimizi o kadar, hem tatil hakkı yani" diyor ama şu anda O'nu ne kadar çok özlediğimi tarif edemem. Hele birde bunun üzerine White Lion'dan Till Death Do Us Apart dinliyorum ki, duygu yüklü dakikalar geçiyor.

Aslında bir noktada saçma değil mi? Gelecek, yine Kızılay'ın en iyi barı Always Rock'ta olacağız, sarılacağız, bana çikolata almak için ısrar edecek vs... Ama hayır böyle düşünemiyorum. O Ankara'dayken öyle bir durum oluyor ki her zaman yanımda olabilecek gibi... İnsan herşeyi beraber yaşamak istiyor; her güzel dakikayı, her güzel manzarayı, her güzel gün doğumunu... Birde beraber olduğunuz insanın gerçekten özel ve bir daha bulunamayacak olduğunu düşünüyorsanız bu duygular katlanıyor. Aslında bu satırları güzel yazamadım, öyle güçlü hisler söz konusu ki bir başkası belki bu satırları okurken "vay be aşk bu olsa gerek" diyebilir ama ben sadece saçmaladığımı, bu satırların hislerimin yanına bile yaklaşamadığını düşünüyorum (Tramp çok kötüsün... Ölüm Bizi Ayırana Dek diye şarkı yapılır mı?).

Hele birde aynı grubun Goin' Home Tonight şarkısı vardır ki, beni zorla aile babası yapacak. Şarkıdan küçük bir bölüm yazmak istiyorum:

Evet eve gidiyorum bu gece
Ve herşey iyi olacak
Çünkü ben kapıya geldiğimde
Beni bekliyor olacaksın sen
Ve gece beni sıcak tutacaksın
Ve tekrar yaşamamı sağlayacaksın
Evet eve gidiyorum bu gece
Ve beni bekliyor olacaksın
İnsan hayal kurmadan edemiyor... -Her ne kadar rock'n roll ateşiyle yanan bir ruha sahip olsam da- bir noktada durup dinlenmek gerekiyor. O ise hırçın denizlerle savaştıktan sonra sığınabileceğim, dinlenebileceğim ve hayata dönebileceğim bir liman. Ehe, evet şanslı bir erkeğim.
Günün olayı ise cep telefonuma bira dökülmesi ve bu sebepten iptal modda olması. Kahretsin! Aslında her zaman cebimde durur ama bu gün masaya koymuştum, sonra bir ara yemek yemeye gittim ve geldiğimde ıslak bir haldeydi. Muhtemelen ben gitmeden önce dökülmüştür ama ben farketmemişimdir. Tüm cep telefonu kullanımımın %90'ı sevgilimle haberleşmek olduğundan, şu andaki özleme durumum artık sabitlendi, mühürlendi duruyor öyle...
Yazımın sonuda yalnızlara gelsin o halde, görüşmek üzere...
Biliyorum yaşam daha iyi olacak
Biliyorum güneş yeniden parlayacak
Hayat devam ediyor
Kırık bir kalpten sonra bile
Savaşabilirsin
Kırık bir kalpten geriye kalan acıyla
(Tramp.. Tramp.. Mike Tramp..)

Devamı var aslında...>>

30 Eylül 2008 Salı

30 Eylül Günü Genel Durum

Acaba blog katili miyim ben?

30 Eylül 2008 günü Şeker Bayramı'nın ilk günüydü ancak benim için herhangi bir günden farksızdı malesef. Eskiden sevindiğim, bir büyüsü olduğunu hissettiğim bayramlar yok artık. Nerde eski bayramlar muhabbetine girmeden geçeyim.

Moderatörü olduğum KaraKatliam.com'da ilgimi çeken bir başlık var: Gruplar ve Ülkemizdeki Fan Sayıları. Yazıyı yazan arkadaş olaya biraz mizahi yaklaşmış ve gülüyorsunuz gerçektende. Ancak biraz beyin fırtınası yaparsak durumu kavrama şansımız olabilir. Şimdi bu başlığın meselesindeki esas nokta sadece adam gibi dinleyenleri mi sayıya katacağız, yoksa ışığı gören gelsin mi?

(a) İlk değerlendirmede heavy metal biraz önde kalacaktır sanırsam. En genel itibariyle heavy metal dinleyen kitlesi ile thrash ve death metal dinleyenler kafa kafaya gider. Çok küçük bir farkla power metal dinleyicileri arkadan gelir. Onlarında hemen arkasında progresif rock-metal (aslında ikisi çok farklı bence) dinleyicileri gelir.

(b) Emocore tiplerle heavy metal kutsal ittifakı savaşsa savaşın kazananı belli olmaz. Gerçekten bu emo arkadaşlarımız fazlalar, ne yaptıklarını bildiklerinide sanmıyorum. Bu görüşümü, bugüne kadar müzik zevkini takdir ettiğim hiçkimsenin o türü sevmediği ile desteklemek istiyorum. Ama her müzik türünün dinleyenlerine saygılı olmamız lazım, o yüzden sadece sayıyı ele alalım ve elemanları çoğunluğa koyalım. Hemen arkalarında Dream Theather'cılar gelir sanırsam. 2-3 DT şarkısı bilip rockçı geçinenler ve sağlam dinleyicileri toplarsak epey bir sayı ediyor. Diğerleri ise bu çoğunluk arasında kayboluyor malesef.

Mesela Wolfmother diye bir grup dinliyorum şu anda Last.fm'den, şarkının adı Vagabond. Şarkının başı gayet güzel, genel anlamda şarkının iskeletide çok hoş ancak şu stoner durumu işin içine girince ben soğuyorum malesef. Bunun haricinde birde kliplerini izlemiştim, hangi şarkı bilmiyorum ama hoştu gerçekten (Ah ama şarkının hemen arkasına GNR - Paradise City açılmaz ki last.fm..).

Bugünün meselesi Law & Order dizisinin oyunu olan L&O Crime Intend'i oynamam oldu. Bir iki noktada çok uğraştım, olmadı netten kopya aldım ama anladım ki polisçilik-dedektifçilik pek benlik değil. Birkaç noktayı atladığım için bir yerde tıkandım kaldım. Sonra ilk başa dönüp seçebileceğim 3 cinayetten ilkini seçtim, onda çokda iyi ilerledim hatta ama bilgisayar oyundan attı... *aaaa duur hayır.. ooofff mk..* Ama oyunun bir iyi yönü Metin 2 denen Knight Online türevi oyundan ayrılabildim biraz. Sardı da sardı ne oldu bana anlayamadım.

Bayramın ilk günü böyleydi, yarın da iyi şeyler olacak umarım :)
Devamı var aslında...>>