30 Ekim 2008 Perşembe

Etanol ve Naproksen Sodyum

Bugün garip şeyler oldu. Önce bir bira içtim ve ardından -diş ağrım sonucu- bira içtiğimi unutup ilaç aldım. 2. birayı içmeye başladığımda farkettiğim bu durum beni önce endişeye sevketti ancak bu endişe yerini birden tamamen bir dinginliğe bıraktı. Hiç korkmadım. Zehirlenip ölebilirdim ancak ben ne zaman bu düşünceyi aklıma getirsem bir korku hissetmedim. Sanki şöyle dedim: eğer olacaksa korkmuyorum çünkü korkmamı gerektirecek hiçbirşey yapmadım. Tek bir noktada üzüldüm, oda eğer ben gidersem arkamdan ağlayacaklar var.

Bu durumu kayıtsızlığa ya da umursamazlığa bağlayabilirsiniz ancak ben durumu kendime güvene bağladım. Eninde sonunda öleceğiz, esas mesele ölürken arkanıza korkacak birşeyler bırakmamanız. Yaşamımız boyunca dinler olsun, ahlak kuralları olsun birçok etki sözkonusu üzerimizde ancak resme biraz daha geriden bakmak gerekirse aslında yapmamız gereken şey daha basit: iyi bir insan olmak. Ve sanırım ben iyi bir insan olduğumu düşündüm. Birkaç sene sonra belkide hatırlamayacağım bir gün olacak 30 Ekim 2008 tarihi, buna karşılık hayatım boyunca takip edeceğim iz "iyi bir insan ol"dur. Umarım gittikçe yozlaşan dünya benide pençesine almaz ve bu sözü unutturmaz.
Devamı var aslında...>>

22 Ekim 2008 Çarşamba

Neden Yazıyoruz?

Epeydir yazmamıştım.

Ben böyle düşünürken aklıma şu soru takıldı: Neden yazıyoruz? Ben bu soru içinde sürüklenip giderken Türk Dili dersinde de böylesi bir konu dönünce kendimi iyice düşünmeye sevkettim.

"Neden yazıyoruz?" sorusu bir bakıma "Neden sanatla ilgileniyoruz?" sorusu ile bağlantılı bana göre. Bir sanatçı (ustalığı hangi konuda olursa olsun) neden sanat yapar? Kendi düşüncelerini neden içine atmak yerine dışa vurur? Hatta Türk Dili dersindeki soruyuda buraya ekleyebiliriz: Eğer ki sanatçı kendi için sanat yapıyorsa bunu neden insanlarla paylaşıyor ve üzerine para kazanıyor?

Bunların basit bir cevabı da olabilir karışık da. Ancak işin köküne inmeye başladığımızda yine o insan doğası sistemiyle karşılaşıyoruz. İnsan doğası yoğun bir madde gibi görünmeye başladığı, sanki insan kavramından bağımsız başlı başına bir konu olarak görünmeye başladığı noktada bu sorular beni şu cevaba götürüyor: İnsan anlaşılmak ister. Örneğin ben bu blogdaki yazılarımda genel olarak düşündüğüm, kafa yorduğum konulara yer vermeye çalışıyorum ki insanlar beni anlasın, düşüncelerimle kafalarında bir başka kapı açabileyim. En basitinden şu yazıda düşüncelerimi dile getirdim ve bu konu hakkında düşünen insanları farklı bir bakış açısıyla tanıştırdım.

Toparlamak gerekirse; yazıyoruz çünkü içimizden gelenleri diğer insanlarla paylaşmak istiyoruz. İstiyoruz ki diğer insanlar bizim düşüncelerimizi okuduktan sonra onun hakkında düşünsünler ve yeni fikirler edinebilsinler. Ya da sadece kendimizi kandırıyoruz :) İyi günler!
Devamı var aslında...>>

16 Ekim 2008 Perşembe

Kuyu Ve Sarkaç

Aman tanrım, Edgar Allan Poe!

Birçokları Edgar Allan Poe'nun ismini duymuştur. Bazıları Kuzgun'u (The Raven) okumuşlardır. Birtakım kişiler Poe'nun hikayelerini başarılı bulur. Ancak sadece onun dil zenginliğinin zekasıyla nasıl ve neden böylesine sıkı sıkıya kenetlendiğini anlayabilenler Poe'nun hayranı olabilirler.

Kuyu Ve Sarkaç (The Pit And The Pendulum), Poe'nun 1842'de yayınladığı bir eser. Eserin içeriği hakkında hiçbir sır vermeden, size nasıl yazılmış olduğundan bahsetmek istiyorum. Öncelikle hikayenin başlangıcı olan nokta çok iyi seçilmiş. Daha geriden ve ya daha ileriden başlayabilecekken öylesine güzel bir nokta seçilmiş ki hikayeye olan ilginiz daha baştan tavan yapıyor. Daha sonraları hikayenin seyiri, sesi gittikçe artan bir klasik müzik eseri gibi. Öyle ki hikayenin son satırına kadar heyecanla okumanızı sağlıyor. İnişli çıkışlı hikayelerin aksine sürekli atran bir gerilim, heyecan ve beklenti oluyor.

Sürükleyicilik bu derece yüksekken dil zenginliği, diğer eserlerindeki çizgisini sürdürüyor. Karakterin içinde bulunduğu durumu, sanki okuyucu yaşıyormuşcasına hissettirebilen betimlemelerle dolu bu eser. Örneğin (hadi küçük bir kısım verelim hikayeden) karakter duvara dokunarak ilerlerken, okuyucunun kitabı tutan elleri sanki o duvarın pürüzlü yüzeyini hissediyor. Yazarın -ve elbette bu eserin- bu derece başarılı olmasının iki sebebinden biri bu. Diğeri ise ustaca örülmüş küçük ayrıntılar. Yazarın şimdiye kadar okuduğum yazınlarının hepsinde küçük ayrıntılar o derece önemlidir ki bazen hikayenin temelini oluşturur. Karakterlerin kafayı kullanma metodları (ki bu metodlar yazarın aklına gelen şeyler olduğundan, bunları yazarın zekası ile de ilişkilendirebiliriz) insanı hayretler içerisinde bırakıyor.

Efendim son olarak bahsetmek istediğim şey; aslında bu eser o kadarda başarılı olmayabilir, sadece ben kendimi çok kaptırmış olabilirim. Ancak böyle bile olsa Kuyu Ve Sarkaç kesinlikle zaman ayırılması gereken bir eser. Kim bilir belkide ben haklıyımdır.
Devamı var aslında...>>

9 Ekim 2008 Perşembe

ÖSS Hakkında

Otobüslerde artık harıl harıl test çözen gençliği görmek mümkün. Hani bayram falan bitti artık derslere tam gaz başlandı ya... Bende zamanında o yollardan geçmiş, otobüste "hadi kalk artık" diye bakan insanların bakışları altında logaritmik denklemleri çözüp elektrokimyasal pillerin yapısal formüllerini çıkarmıştım. İşte geçen gün yanıma oturan öğrenci sadece bu anıları ortaya çıkarmakla kalmadı, öss sisteminin gerekliliğini sorgulamama neden oldu (fanzini okuduğum için eve gelince düşündüm).

Üniversitelere giriş sınavı bildiğiniz gibi iki bölümlü, 3 saat 15 dakika falan. Herkesin ortak görüşüne katılıyorum ve bir insanın hayatının 3 saat 15 dakikalık bi sınavla yönlenmesine tepki gösteriyorum. Ben çalıştım çabaladım, birazda şans yardım etti elbette ve istediğim okulun istediğim bölümüne yerleştim ("yerleşmek" lafı garip aslında, ikamet ediyoruz sanki okulda. Ciddiye alıp yerleşenler ve 7-8 sene sınıfta kalanlar var birde!). Ancak birçok öğrenci istedikleri bölüme yerleşemediler malesef. Neden? Çünkü heyecanlandılar, kafaları durdu, bayıldılar, birkaç gün önce bir yakınları vefat etti vs... Bunların hiçbiri olmamış olsa bile, sınav sırasındaki ruh hallerinden ileri gelen sebeplerle bir soru üzerinde takılıp dakikalar harcadılar ve zamanları kalmadı. Sonuçta fizik okumayı kafasına koymuş birisi ziraat mühendisliğine, Amerikan dili ve edebiyatı tutkunu birisi, klasik yunan dili ve edebiyatı bölümüne gitmek zorunda kaldı. Ha bu durumdaki arkadaşlar olduğu gibi gayet çalışıp, kendisine sınav sırasında hakim olan insanlarda vardı ve istediklere yere yerleştiler.

Peki sınav olmazsa ne olacak? Tabi ki öğrencilerin lise not ortalamaları işin içine girecek ve aldıkları ortalamalara göre bölümlere başvuracaklar. Çok güzel değil mi, lisede okul birincisi olan birisi kimya bölümünde sürünmeyecek, örneğin genetik okuyacak. Ancak şunu unutmayalım ki, liselerin durumu içler acısı. Öğrenciler dersleri liselerde değil malesef dersanelerde öğreniyorlar (tıpkı benim gibi). Hocaların kaliteleri tartışma konusu. Sırf önü ilikli değil diye dersten kalan başarılı bir öğrencinin durumu ne olacak peki?

Demek istediğim şu ki, mevcut durum içerisinde en iyi sistem öss sınavı. Ha liseler geliştirilir, hoca kalitesi sağlanır, öğrenci kalitesi belli bir seviyeye çıkarılabilirse tabiki de sınav kalkacak ve bunun gibi bir not ortalamasına dayalı sistem getirilecek, getirilmeli. Belki ikisinin ortası olarak lise 1, 2, 3 ve 4. sınıfların sonlarında olmak üzere 4 sınav yapılıp ortalaması alınabilir ancak o zamanda mezun öğrenciler ne olacak, hangi sınava girecekler? Birde böyle birşey olursa dersanecilik tavan yapar (sanki şimdi tavan değilmiş gibi... neyse bu başka bir yazı konusu).

Kapanışta şu küçük düşüncemi dile getirmeliyim: İlkokullarda köklü bir devrim yapılmalı, susup ezberleyen çocuklar değil, konuşup konunun mantığını kavramaya çalışan öğrenciler yetiştirilmelidir. Teşekkürler.
Devamı var aslında...>>

6 Ekim 2008 Pazartesi

Evrim Hakkında Düşünceler

İnsan bir hayvandır. İnsan, memeliler sınıfının içinde yer alan Büyük İnsansılar familyası içinde yer alan bir hayvan türüdür. Bu iki cümle çok ansiklopedik oldu değil mi? Aynı zamanda diyeceksiniz ki "ne bu Büyük İnsansılar?". Bilim evrim teorisinin geçerli olduğunu kabul eder çünkü eldeki verilerle kurulabilecek en iyi bilimsel hipotezdir. Buna karşılık birçok insan evrim teorisini reddeder çünkü maymundan türediğini kabul etmez. Aslında evrimle ilgili red oylarının en temel noktasıda bu sanırım. Birincisi bu yanılgıyı düzeltmek istiyorum. İnsan maymundan türememiştir; evrim "insanla maymunun atası ortaktır" der.

İkinci olarak gelelim benim evrim hakkındaki düşüncelerime. Yukarıda da dediğim gibi bilimsel bir yöntemle, canlıların dünyasına girip nerden gelip nereye gittiklerini açıklamaya çalışırsanız; evrim olmasa bile sanırım ona yakın birşeyler ortaya koyarsınız. Evrim teorisini destekleyen veriler mevcut ancak bu veriler yorumlara göre değişiklik gösterebilir. Bir deniz kabuklusu fosiline bakan iki ayrı araştırmacıdan ilki, fosilin günümüzdeki deniz kabuklularının atası olduğunu; diğeri ise binlerce yıl önce ortadan kalkan bir türün fosili olduğunu söyleyebilir. Bütün bunların ışığı altında ben diyorum ki; evrim konusunda kesin emin olamayız. Bu iki yönlü bir düşüncedir: kesin var ya da kesin yok diyemeyiz.

Kesin var diye neden diyemeyiz peki hocam? Evrim'in boşlukları bunun için yeterli bir sebep gibi görülse de aslında, evrim kuramının tamamına hakim olamadığımızı düşünüyorum ben; bütün insanlık olarak. "Gözümüzün önünde evrim geçiren bir canlı olmadı daha" gibi bir klişeye bulaşmayacağım ama eldeki verilerin yukarıda bahsettiğim gibi farklı yorumlanması durumu, evrimi kesin kabul edemememizin bir etkeni. Ayrıca inanan insanlara öğretilen yaradılış olayı, o insanların kafasında evrimi bitiriyor.

"Kesin yok" ta diyemiyoruz, neden? Çünkü evrim teorisi (hipotezi ya da, nasıl isterseniz), bilimsel açıdan en mantıklı yol. Bunun yanı sıra açıkları olsa dahi geliştirilebilmesi söz konusu ve belkide bir gün gelecek evrim teorisi reddedilemez olacak, yani kanunlaşacak; bunu bilemiyoruz henüz. Bilim bir yana, bilimle alakasız olan insanlar için bile evrim, şöyle bir düşünüldüğünde, mantıklı gelebilir. Neden olmasın? Varlığından kesin emin olamayacağımızı savunurken konuya hakim değiliz tam olarak demiştim, aynı sebepten yokluğundanda kesin emin olamıyoruz. Kanıt yokluğu yokluğun kanıtı değildir.

Birde benim küçük bir düşüncem var, doğru ya da yanlış, sadece böyle olabileceğinide hesaba katmak istiyorum. Belkide "Tanrı vs Evrim" gibi bir durum yokturda; evrim, Tanrı'nın bir sistemidir. Belki ilk olarak basit canlıları yaratmıştır ve sonra onları mükemmelleştirerek (ya da mükemmelleşmelerine sebep olarak) bugünlere getirmiştir. Bu düşünceye engel olabilecek ayetler, hadisler falan vardır sanırım ama bence bu düşünce dikkate almaya değer.

Evrim çok garip bir konu, günden güne fikriniz değişebilir. O yüzden bana kalırsa herkes bol bol bu konu hakkında okumaya, kendi içinde düşünmeye ve fikir sahibi olmaya baksın ancak "bu doğru işte!" diye başkalarına dayatmasın. Zaten herkesin düşüncesi kendine... İyi günler.
Devamı var aslında...>>

5 Ekim 2008 Pazar

Ordu'nun Varlığının Sebeplerinin Sorgulanması

Acaba silahlı kuvvetlerin gerekliliği nedir? Bu soruya verilecek en yalın cevap, "ülkeyi dış tehditlerden korumak için" olacaktır elbette. Peki dış tehditlerin kaynağı nedir? Aslında bu soruya vereceğimiz cevap, direk olarak, orduya duyulan gereksinimi sorgulayan bir sorunun cevabı olacaktır. Ben durumu kendimce şöyle özetliyorum: Ordu, her insanda varolan bir "kötü taraf"ın getirdiği zorunluluktur. Açıklamama izin verin.

Ne zaman insanlar doğa ile savaşta üstün konuma gelmeye başlayıp birbirlerinin topraklarına -tarımın gelişmesiyle- göz dikmeye başladılar, işte o zaman ilk ordular ortaya çıktı. Eğer insandaki kötü taraf olmasaydı belki şöyle bir düşünce mavi küreye egemen olabilirdi: "Yeteri kadar var zaten". İnsanlar yeteri kadar toprak, mal, mülk, maden ve benzeri şeylere kanaat edebilselerdi ilkel toplumlardan günümüze miras kalmış en kritik şeylerden biri olan "savaş" kavramı belki olmazdı. Herneyse bir diğer yandan insanların içinde bulunan kötü taraf sadece ülke sınırlarını genişletmek amaçlı değilde mesela güç gösterisi yapmak ve dünyayı ele geçirmek - hükmetmek gibi bir takım düşüncelerede neden olmaktadır ve açık ki birçok savaşın sebebide bunlardır. Kültür ve din gibi kavramları yaymak için yapılan savaşlar ise bana hep garip gelmiştir.

Yukarıda bahsettiğim durumlara sebep olan insanın kötü tarafı, insan doğasına özgü birşeydir; söküp atılamaz. Çok iyi insanlar vardır, iyi insanlar da vardır ancak gücü elinde bulunduranlar da insandır ve hepside kötü değildir. Biri bana çıkıp "ee ne önerin var" dese "durumu korumak" cevabını veririm çünkü yukarıdaki gibi sebepleri binlerce yıllık savaş tarihi sebebiyle insanlardan söküp atamayız. Çok iyi niyetli bir halk düşünelim mesela, ülkeleride olsun. Bu ülke "biz anti militaristiz" diyip ordusunu terhis etse ertesi gün bütün ülkelerle savaşmak durumunda kalır. Bugünkü koşullarda ordusu terhis edilmiş bir ülke, bağışıklık sistemini kaybetmiş bir insan gibi malesef. Ya bütün ülkeler feshedecek, ya hiçbiri, ne yazık ki.

Uzatmadan şöyle toplamama izin verin; eğer insan psikolojisinin evrimi daha farklı olsaydı, yani daha iyi olabilseydik, ordulara ihtiyacımız olmayabilirdi. Ancak mevcut durumda ordular gerekli çünkü herkes iyi niyetli değil. Ve asıl sorunun cevabı: Silahlı kuvvetler, insanda kötü bir taraf olduğu için vardırlar.

Bir latin atasözü der ki: "Ordular barışı korur"
Devamı var aslında...>>

4 Ekim 2008 Cumartesi

Su Bazlı Bir Gün

Boya yapmak gerçekten zormuş. Birincisi uygun rengi elde etmek zaten. Boyayı aldınız, beyaza karıştırdınız, su falanda eklediniz de; birde baktınız istediğiniz renkten daha açık. Biraz daha boya ekle karıştır... Aslında işin zor kısmı karıştırmak çünkü çok uzun süren yorucu bir iş. Mümkünse geniş ve derin bir kovada karıştırmayı deneyin zira bu sayede su boyayla daha kolay karışacaktır; tecrübeyle sabittir. Herneyse, boya tamam diyelim, ruloyuda batırdınız boyaya, bismillah duvara dalamıyorsunuz söyle. Ruloda kalan fazla boyayı uzaklaştırmanız gerekiyor yoksa boya duvardan akmaya başlar hemde etrafa çok boya sıçratırsınız. Son olarak sakın sürekli giyindiğiniz kot pantolonunuzla falan boya yapmayın, uyduruk eşofman altı falan bulun çünkü heryeriniz batacak...

Yeni bir eve çıkmak heyecan verici oluyor, bugün bunu gözlemleyebildim. İnsanlar kendi odalarını boyarken, eşyalarının yerlerini tasarlarken, oda arkadaşlarıyla geçirecekleri zamanı konuşurken gözlerinde bir parlaklık görüyorum. Gülünç olduklarını kim iddia edebilir? Şu anda bende bir ev almış ve onunla ilgileniyor olsaydım muhtemelen bende öyle olacaktım. Sahibiyet duygusu insanları heyecanlandırıyor; bir arabaya, bir iş yerine ve ya bir eve sahip olunca. Birde ev kavramı insanoğlu için önemlidir biliyorsunuz. Orası bütün tehlikelerden uzak, dinlenmek ve eğlenmek için akla gelecek ilk yerdir (ama tabi bunun dışında kalan evlerde yok değil). Birde senelerce ailesinin yanında yaşamış bir insan kendi evine çıkarak artık kendi kurallarını koyabileceği bir yere sahip oluyor. İçgüdülerin bir meselesi işte, çoook eski atalarımızdan bize miras kalmış güdüler.

İçgüdü demişken günümün olayından bahsedeyim. Sevgilimle 2. senemizi bitirmemize 20 gün kalmışken aklıma garip bir soru takıldı (aslında herkesin aklına zaman zaman geliyordur): Bende ne buluyor? 2 sene az bir süre değil. Bir gönül eğlendirmek için ve ya bir vicdan azabından kurtulmak için gerçekten çok uzun. Demek ki diyorum beni seviyor, gerçekten seviyor ki 2 sene boyunca hayatında söz sahibi olmama izin verdi (binbir oyunla saçlarını kestirmesine sebep olmama bile kızmadı). Peki beni geriye kalan insanlardan farklı kılan, onlarda olmayıp bende olan ve O'nun 2 sene boyunca benle olmasına neden olan karakteristik unsur ne? Ondan bu konu hakkında düşüncelerini yazmasını istedim, bakalım özel olmazsa paylaşırım.

Son olarak ton balıklı salata mısırla çok güzel oluyor, meraklısına tavsiye olunur.
Devamı var aslında...>>

3 Ekim 2008 Cuma

Yetiştirmek, Fikir Edinmek, Değiştirmek

Birşeyler yetiştirmek, büyüyüp geliştiğini görmek, ona emek sarfetmek sanırım güzel birşey olmalı. Bugün sevgilimle gidip domates tohumları aldık. Benim çoktandır denemek istediğim birşeydi aslına bakarsanız çünkü toprakla uğraşmak bana her zaman güzel bir uğraş gibi gelmiştir. Satın aldığımız yerdeki adama sorduk, bize şu anda yetiştiremeyeceğimizi anlattı ama en uygun koşulları yaratıp yetiştirmek istiyorum. Bir gün "hehe, yetiştirdiğim domatesle süper bir sandviç yaptım" yazarsam şaşırmazsınız artık.

Bugün sevgilimle buluştum, kavuştuk sonunda. Beş gün bile olsa, insan ayrı kalınca o teması, heyecanı özlüyor. Sevgilimin kokusuna, gülüşüne, sarılışına tekrar kavuştum ve mutluyum.

Kızılay'ın en iyi rock barı Always Rock'ta bu gece Dio & Rainbow gecesi vardı. İlk olarak Rainbow ile başlandı. Rainbow'un Dio'lu dönemine dair bir konserin ardından Joe Lynn Turner yıllarına dair klipler gösterildi. Şahsen ben Turner'ın Rainbow dönemide dair birşeyler bilmiyordum ve epey bilgilendirici oldu bu bölüm. Daha sonrasında Dio'nu tahminimce 2000-2003 yılları arasında bir zaman verdiği bir konser gösterildi. Yine Holy Diver olsun, Don't Talk To Strangers olsun, Rainbow In The Dark olsun çoşturdu bizi küçük dev adam. Konserin yarısında tek tabanca takılmaktan sıkıldığım için evin yolunu tuttum.

Bira benim çok sevdiğim birşeydir. İçimi kolay bir içkidir, muhabbetin yanında çok iyi gider. Ancak olmuyor, göbek yapıyor. Ayrılamam dediğim biradan ayrıldım, viskiye geçtim. 3-4 70'lik bira içeceğime 1-2 duble viski içmeye karar verdim ama ona da alışmam lazım daha. Birde kötü yönü yanında çok tuzlu fıstık yada çikolata gidiyor. Göreceğiz neler olacak.

Bana çok yoğun bir günmüş gibi geldi aslında, belkide sadece kafamın için çok meşguldür...
Devamı var aslında...>>

2 Ekim 2008 Perşembe

Keçiörenli Olmak

Bayramın son günü yine otobüs izdihamları yaşanan bir gün olarak hafızalarda yer etti. Bunu biliyorum ben, doğduğumdan beri Ankara'nın güzide semti Keçiören'de yaşıyorum, o yüzden belediyenin beleş otobüslerine binmektense halk otobüslerine 1.1o ytl vermeyi tercih ettim. Ancak kaçamayacağım gerçek akşam otobüs bulma durumuydu malesef, 2 akşamdır belediyenin beleş otobüsüne biniyorum. İnsanların birbirini ezdiği, inene-binene saygı duymadığı, binmek için kapalı arka otobüs kapılarının yumrukladığı ve hatat tekmelediği sefer sayılarıdır 420 ve 422. Tama bayram gezmesi iyi hoş birşey, beleş otobüslede çok iyi olacak ancak hiçbir saygı unsuru beslemeden oraya binince sorun çıkarıyorsun arkadaşım! Bu konunun son ve en bomba unsurunu anlatıp bitireyim o halde. Otobüs durağında bir kısım -kimine göre enayi kimine göre saygılı- insan sırada bekliyordu ve bende en arkasına geçtim. Tam otobüse binip yer bakındığım sırada insanlar sürü halinde (evet sürü... vahşi doğada yaşayan hayvanlar gibi) orta ve arka kapıdan boş koltuklara saldırdığını gördüm. Tepem attı tabi ki.

Efendim sadece Keçiörenli olarak tepem atmadı, bir Beşiktaş taraftarı olarakta tepem attı. Kötü oynadık, adamlar iyi oynadı, olay sadece bu ama. İstifaya şuna buna gerek yok ama insan 19 senedir tuttuğu takım yenilince, hemde ilk ikisi şansına, diğer ikisi takımın dağılmasından kaynaklanan gollerle yenilince üzülüyor kızıyor.

Farklı mesleklere mensup 5 arkadaşım ev tuttular (sonunda), bugün bende onlarla beraber gidip evi gördüm; günün meselesi buydu. Biraz dökülüyor olsa da boya ve halılarla beraber çok iyi bir yer olacak gibi, Kızılay'a da çok yakın. Ancak asıl mesele beyaz eşya tabiki. İftaye pazarına gittik, buzdolapları 100, ocaklar 40 lira. 3.5-4 sene sonra gerçekleşmesini planladığım eve çıkma durumlarını bir kez daha gözden geçiriyorum.



Yazımın sonunda O'nun geldiğini haber vermek isterim, mutluyum huzurluyum.


Devamı var aslında...>>

1 Ekim 2008 Çarşamba

Ekim

Sonbahar, dökülen sarı yapraklar ve Ankara Üniversitesi Tandoğan yerleşkesi... Okulun tatil olduğu şu dönemde çok özlüyorum bunu çünkü kapısından girdiğinizde dinginliği yaşadığınız bir yol var. Ancak en çok özlediğim şey o değil...

5 günlük bir geziye gitti ailesiyle; 5 gün sadece ve yarın akşam dönüyor. İnsan gitmeden "ne olacak ya biraz özleriz birbirimizi o kadar, hem tatil hakkı yani" diyor ama şu anda O'nu ne kadar çok özlediğimi tarif edemem. Hele birde bunun üzerine White Lion'dan Till Death Do Us Apart dinliyorum ki, duygu yüklü dakikalar geçiyor.

Aslında bir noktada saçma değil mi? Gelecek, yine Kızılay'ın en iyi barı Always Rock'ta olacağız, sarılacağız, bana çikolata almak için ısrar edecek vs... Ama hayır böyle düşünemiyorum. O Ankara'dayken öyle bir durum oluyor ki her zaman yanımda olabilecek gibi... İnsan herşeyi beraber yaşamak istiyor; her güzel dakikayı, her güzel manzarayı, her güzel gün doğumunu... Birde beraber olduğunuz insanın gerçekten özel ve bir daha bulunamayacak olduğunu düşünüyorsanız bu duygular katlanıyor. Aslında bu satırları güzel yazamadım, öyle güçlü hisler söz konusu ki bir başkası belki bu satırları okurken "vay be aşk bu olsa gerek" diyebilir ama ben sadece saçmaladığımı, bu satırların hislerimin yanına bile yaklaşamadığını düşünüyorum (Tramp çok kötüsün... Ölüm Bizi Ayırana Dek diye şarkı yapılır mı?).

Hele birde aynı grubun Goin' Home Tonight şarkısı vardır ki, beni zorla aile babası yapacak. Şarkıdan küçük bir bölüm yazmak istiyorum:

Evet eve gidiyorum bu gece
Ve herşey iyi olacak
Çünkü ben kapıya geldiğimde
Beni bekliyor olacaksın sen
Ve gece beni sıcak tutacaksın
Ve tekrar yaşamamı sağlayacaksın
Evet eve gidiyorum bu gece
Ve beni bekliyor olacaksın
İnsan hayal kurmadan edemiyor... -Her ne kadar rock'n roll ateşiyle yanan bir ruha sahip olsam da- bir noktada durup dinlenmek gerekiyor. O ise hırçın denizlerle savaştıktan sonra sığınabileceğim, dinlenebileceğim ve hayata dönebileceğim bir liman. Ehe, evet şanslı bir erkeğim.
Günün olayı ise cep telefonuma bira dökülmesi ve bu sebepten iptal modda olması. Kahretsin! Aslında her zaman cebimde durur ama bu gün masaya koymuştum, sonra bir ara yemek yemeye gittim ve geldiğimde ıslak bir haldeydi. Muhtemelen ben gitmeden önce dökülmüştür ama ben farketmemişimdir. Tüm cep telefonu kullanımımın %90'ı sevgilimle haberleşmek olduğundan, şu andaki özleme durumum artık sabitlendi, mühürlendi duruyor öyle...
Yazımın sonuda yalnızlara gelsin o halde, görüşmek üzere...
Biliyorum yaşam daha iyi olacak
Biliyorum güneş yeniden parlayacak
Hayat devam ediyor
Kırık bir kalpten sonra bile
Savaşabilirsin
Kırık bir kalpten geriye kalan acıyla
(Tramp.. Tramp.. Mike Tramp..)

Devamı var aslında...>>