22 Aralık 2008 Pazartesi
"Ermenilerden Özür Diliyoruz" Gündemi
O zamanda yaşamış kişiler olmayarak sadece tahminler üzerinden yorum yapmak durumundayız. 1910-1915 Anadolu'suna bakacak olursak açlık ve sefaletin, düzensizliğin, çetelerin ve savaş huzursuzluğunun kol gezdiği bir ortam görüyoruz. Tehcir Yasası çıkıyor ve Osmanlı topraklarındaki bütün Ermeniler -sanırım- Suriye'ye sürgüne gönderiliyorlar. Bu noktada soru şu: Gerekli miydi? Dönemin kaynaklarına bakılırsa Ermeni çeteleri köy basıp sivil Türk halkı katlettikleri görülüyor. Doğruluk payı bilinmemekle beraber olasılığı yüksek bir durum. Osmanlı topraklarının bölüşülmesi sırasında dış güçlerin başvurdukları bir durum çünkü. Burada bana yanlış gelen sadece o yöredeki Ermenilerin değilde bütün Ermenilerin göçe tabi tutulması. Yıllarca Türkler ve Ermeniler yanyana huzur içinde yaşıyorken birden böyle bir durum patlar veriyor (ya da verdiriliyor) ve örneğin Manisa'daki Ermeni dahi bu olaydan dolayı sürgüne gönderiliyor; bu yanlış. Kaldı ki birçok yerde Türklerin Ermeni vatandaşları evlerinde saklayarak göç etmemelerini sağladığını görüyoruz. Aslında burada dile getirilen şey çok önemli; Türk ile Ermeni zaten kardeşçe yaşıyor(du), Ermeni vatandaşlar bir Türk gibi mal mülk edinip önemli kademelere gelebiliyordu. Birçok Ermeni ailesi Türk ailelerinden kat kat zengindi de.
Tehcir yasası ile göçe tabi tutulan Ermeniler'in bir kısmı yollarda öldü. Bir kısmı -kesin kanıt olmamakla beraber- Ermeniler tarafından hainlikle suçlanarak öldürüldü. Bir kısmı -yine kesin kanıt olmamakla beraber- vardıkları yerde tutunamayıp açlıktan öldü. Ben burada bahsedilen tamamen masum Ermeniler için üzülüyorum ve keşke bu durum hiç olmasaydı diyorum. Buna karşılık özür dilemiyorum çünkü masum Türk vatandaşlarıda öldürüldü ve bugüne kadar hiçbir Ermeni'den "Keşke olmasaydı, üzgünüz, özür dileriz" gibi bir açıklama duymadım. Duymamış olmam duymayacağım anlamına gelmesede görünen o ki demeye niyetleri yok ve konu o kadar hassas ki hadi büyüklük bende kalsın diyemiyorum. Öldürülen Türk diplomatlar, ASALA terörü, Azerbaycan'ın işgali ve benzeri etkenler yüzünden önceliği ben almak istemiyorum. Son olarak tıpkı Kürt vatandaşların pkkya yandaş olmamasına rağmen karşıda görünmedikleri gibi Ermenilerinde ASALA gibi örgütlere aynı tutumu göstermiş olduklarından ötürü özür dileyen tarafın önce onlar olması gerektiği kanaatindeyim.
Devamı var aslında...>>
13 Aralık 2008 Cumartesi
Yine Ankara, Yine Otobüs
Devamı var aslında...>>
12 Aralık 2008 Cuma
Always Rock!
Devamı var aslında...>>
9 Aralık 2008 Salı
Manowar Üzerine
Onlar Metalin Kralları...
Devamı var aslında...>>
8 Aralık 2008 Pazartesi
Sadece Gitar ve Sen
Baby I was born to play music
I'm a man with the screaming guitar!
Devamı var aslında...>>
4 Aralık 2008 Perşembe
Rolling Rock
Evet budur bizi hareketlendiren, başka bir dille anlaşmamızı sağlayan. "Hadi, sadece sen ve gitar"dan başlayıp "Hayatım bir rüzgara yazılmış"a kadar o kadar çok söz var ki rock müzik dahilinde, harekete geçmemek imkansız zaten. Rock müzik bir ateş. Damarlarınızda saatte 300 kilometre hızla giden bir alkol damlası. Bazense moralinizin en bozuk olduğu anda boğulan birini kurtaran bir el gibi yapışıyor yakanıza, çekip çıkarıyor o kada denizden. Bazen bir tren yolculuğunda hissettiriyor sizi, bazen motor üzerinde hız yaparken. Cümlelerin anlamlarını silikleştiririz genelde, ancak "Anlatılmaz yaşanır" söz rock müziğe yakışan bir söyleyiş.
Ses dalgaları, magnetik akımlar ve yükselticiler... Jimi Hendrix'e 70'lerdeki müzikle 40'lardaki müziğin farkını sorduklarında "Elektrik" yanıtını verir. Tek kelimelik bu yanıt 40-50 senelik rock-metal tarihine bir ışık tutmadır aslında. Bugün bir rock grubu kurmayı düşünen insanların akıllarına gelen ilk şeylerin tohumları 50'lerin sonunda, 60'ların başında atıldı. Zamanla gitarlar evrim geçirdi, ses sistemleri sanatçıların gerekleri doğrultusunda gelişti, sahne şovları çeşitlendi, yazılı ve görsel basın kendi içinde bir çağı kapatıp diğerini açtı. İmaj farkları doğdu, yer yer rock dinleyenler bile birbirlerini anlayamaz oldu, bu işten para koparmaya bakanların iştirakleri ile işler gitgide farklı boyutlara taşındı. Günümüzde rock müzikten, daha geniş olarak kaliteli müzikten anlayan insanların ortak düşüncesi 90'ların başında rock müziğin yavaş yavaş kaybolmaya başlaması. Bahsi geçen zamanda da birçok kaliteli grup vardı, kökleri 70'lere dayanan gruplarda henüz ölmemişlerdi; ancak arkadan gelenlerin "rock dışı" tavırları ve bunu müziklerine yansıtmaları müziği bitirdi.
Ne rock içidir, ne rock dışıdır; bu başka bir yazının konusu. Sakinler için Byrds - I Wasn't Born To Follow, hareketliler için Meat Loaf - You Took The Words Right Out Of My Mouth önererek yazıyı bitiriyorum. İyi günler!
Devamı var aslında...>>
3 Aralık 2008 Çarşamba
There's Life Even After Mid-Terms
İlk sınav 9 Kasım'da İnkılap Tarihi'ndendi. Hayatımın en kötü tarih sınavı olmakla beraber birde derse gitmediğimizden sonucu öğrenememiştim. Daha sonra hoca okudu 68 almışım. Sevineyim mi üzüleyim mi bilemedim, daha kötü beklediğimden sevindim aslında ama 68 ne ya?..
Ertesi Salı Türk Dili sınavı vardı. Sınava 15 dakika kala biri soruları buldum diye ortaya çıktı, aldık soruları ezberledikte onlardan çıkmadı anasını satayım... Yinede kolay bir sınavdı, yaratıcı yazmadan 20 puanı çaktık. Tek teklediğim soru 5 kelimenin köken araştırmasıydı. Oradan 10 gitti, birde Türk dili ile ilgili bir köken sorusu vardı oradanda 10 gitti 80 aldım. Sınavın bomba olayı şiirin müziği nasıl oluşturulmuş sorusuna verdiğim "ş ve ç harfleriyle" cevabını bir iki arkadaşla paylaşmam ve akabininde arkamda oturan herkesin aynı cevabı yazması. Herkese 10 puan kazandırdım :D
17 Kasım günü kariyerimin ilk kimya sınavına girdim :P Valla Hasan Hocam sağolsun, alanındaki en gıcık soruları getirdi koydu önümüze. Bir sitrik asit formülü yazma sorusu vardı ki hesap makineleri hata veriyor... Dahası biz deliler gibi Bohr Atom Modeli'ne, Moseley Deneyi'ne falan çalışmışken adam Kütle Spektrofotometresi sordu en son soru olarak. Neyse çizdik yazdık formülleri falan verdik. Daha açıklanmadı ama 60lı birşey gelecek.
23 Kasım tarihli Matematik sınavına ilk iki sınavdan ağzım yandığı için eşek gibi çalıştım. Sanırım ders saatlerinden daha çok kütüphanedeydim. Lise sonda, dersanede falan öğrendiğim Mat 2 bir yana (Best Kırtasiyeye teşekkürler!) geçmiş senelerde çıkan sorular hayatımı kurtardı. Ehe muhtemelen 85-90 geliyor.
30 Kasım olacak kara gün gelip çattığında ben toplamda 5-6 saat çalışmıştım fiziğe. Matematik sınavı çook iyi geçtiğinden ve arada gitar aldığımdan saldık gitti sınavı. Yinede 80 falan alırım diyordum. Aptal bir şekilde kaçırdığım yay ve momentum sorusu, emin olamadığım eğik düzlemler ve şu bu derken hoca geldi ertesi gün okudu sınavı: 70... Sürünerek eve göndüm.
1 Aralık ve son sınav Bilgisayar. Kimya ağırlıklı bir bilgisayar eğitiminden geçiyoruz ve yanında programlamada veriyorlar. Öğrenci işleri sağolsun kendimi muaf sanıyordum, meğerse değilmişim ve ilk dersleri kaçırdım. Regresyonmuş, r kareymiş sınav günü öğrendik. Ama beklediğimden çok daha basit bir sınav geldi, algoritma sorusu olsun excel sorusu olsun garanti. Muhtemelen 90.
Tamam şimdiye kadar üzüldük, kızdık kendimize de buradan okul yönetimine seslenmek isterim; ey Ankara Üniversitesi anlıyorum pazar günü sınav yapmanızı ama şöyle 1-2 gibi yapsan ne olur? Öyle ki sanki hergün okula gidiyormuşuz gibi oluyor, gün kavramını kaybediyorum. Neyse, ilk sınavlar için kendime 100 üzerinden 65 verdim. Finallere çalışmaya şimdiden başlıyorum!
Devamı var aslında...>>
26 Kasım 2008 Çarşamba
Müziğe İlk Adımlar
Birçokları "Neden bas gitar?" dendiğinde mırın kırın edip sonunda "E.. bir grupta çalmak için" der. Benimde hedefim farklı değil aslında ama çıkış noktam biraz değişik. Bana bas gitarı ilk sevdiren kişi Lemmy Kilmister'dır. Motörhead grubunun bas/vokalisti olan bu zatı muhteremi yabancı bir müzik kanalında görmüştüm ve duruşunun yanı sıra çaldığı alet ve o aletten çıkan ses beni etkilemişti. Daha sonrasında favori grubum Manowar'u daha iyi araştırmaya başladığım zamanlarda gördüm ki grubun beyni bas gitarist Joey DeMaio ve adam bas gitarı elektro gitar gibi çalıyor. Öyle ki Manowar'un ikinci bir gitariste ihtiyacı yok. Bu nedenler zaten kafama bas gitar fikrini sokmuşken birde çevremde gitardan anlayan, birtakım gruplarda çalan insanlarda doluşunca bir bas gitar edinme fikri kaçınılmaz oldu.
Bu dönem sıkıntılı oldu biraz. Çünkü ailemin bana bir bas gitar alacak kadar durumu yok. Bu olasılığı eledikten sonra geriye kalan seçenekler: çalışıp para biriktirmek ve beklemekti. Ben bekledim bir süre, bu sırada rock-metal müziği öğrenmeye çalıştım, felsefesini kavramak istedim. Sonraları çalışmaya niyetlendiysemde öss olsun, okul olsun bir türlü izin vermedi. Müzik tek amacım değil ve ders çalışmam şarttı çünkü. Sonunda, bundan yaklaşık 3 ay kadar önce beynimde bir ampul yandı: neden aldığım öğrenim kredisiyle gitar almıyordum ki? Bir şekilde taksitlendirip 160 liralık öğrenime uydurabilirdim tabi ki. Heyecanla gitar bakıyordum. Günlerden birgün Planet Müzik'e gittim en yakın arkadaşımla. Slammer marka bas gitara baktık, arkadaşım gitardan anladığı için onun tavsiyesini dinleyip Slammer'ı kafama koydum. Başka başka dükkanlara da baktım ama Slammer olmuştu bir kez. Tam herşeyi ayarlamışken yüce insan Ercü Abi "Para biriktirip al, taksit iyi birşey değil, hem anlamlı olsun gitarın" dedi. Aaggh... Vazgeçtim yine almaktan. Şans eseri bu furyanın etkisi kısa sürdü ve tekrar Slammer'a göz atmak için Planet'e gittim, bir hafta sonra da (bugün!) gitarı pazar sabahları dostum yapacak işlemi tamamladım. Tabi işlem için Ebruma ve farkında olmayan abisine teşekkürler! Şimdi düşünüyorumda, ailemin bana bir gitar almasından daha iyi oldu bu şekilde almam.
Bilgisayar girişi ayarlayıp kaliteli bir program bulunca yavaş yavaş çalışmalarımı paylaşacağım :) Bitirirken Sons Of Rock - Slowhand Calling'ten kısa bir bölüm yazmak istiyorum, iyi günler!
Devamı var aslında...>>
9 Kasım 2008 Pazar
Ardıç Kitabevi
Bir mekanda öncelikli olarak ilgilendiğim yiyecek içecek kısmına gelelim :) Yiyecek seçenekleri bazlamada tostlardan sandviçlere kadar geniş yelpazede; hem ucuz hemde doyurucu. İçeceklerde ise daha geniş bir çeşitlilik görüyoruz; eğer bir bitki çayı müdavimiyseniz her gittiğinizde deneyebileceğiniz yeni bir tad bulabilirsiniz. Ben kendi özel kombomdan bahsedeyim: İngiliz keki + nescafe... İngiliz keki ve içindeki çikolata sos, kahvenin içinde eriyip giderken... ehem neyse.
Sonuç olarak en azından gidilip görülesi bir yer Ardıç Kitabevi. Kitap çeşitleri bol, fiyatlar uygun, yiyecek-içecekler bağımlılık yaratıcı... daha ne olabilir ki?
Adres: Yüksel Caddesi, 8/10 Kızılay Ankara
İletişim: Facebook adresi
Devamı var aslında...>>
7 Kasım 2008 Cuma
Nefret Ettiğiniz Kişi Tek Okurunuzsa?
Bilerek ismini cismini saklar heralde, şöyle işletelim eğlenelim moduna giren tipler vardır ya... Karşılaştığınızda falan sırıtır, yazdığınız yazılardan göndermeler yapar. Ortamda "abi o konuda ben şöyle düşünüyorum" diyerek fikrinizi çalar, ardından size dönüp kıskıs güler. Eğer arkadaş sürekli görüşmek zorunda olduğunuz biriyse -iş yerinden, okuldan ya da en kötüsü aileden- başınız dertte demektir. Başkalarına yazılarınızı anlatarak dalga geçmesi bir yana, insanlarda onun çoşkusuna kapılıp sizinle dalga geçmeye başlarlar. "Oo abi blokçu olmuşuz ne ayak", "Entel dantel hee eheh" gibi yorumlarıda düşünürsek, nefret edilen kişinin blogun tek okuru olması, blog kapatma sebebidir. Sinir harbidir. Sınavdır.
Dinledim ki: White Lion - Don't Give Up (yazıyla alakalıda olmuş yeni farkettim)
Devamı var aslında...>>
6 Kasım 2008 Perşembe
Myspace Tripleri
Kız annesiyle tartışıyor myspace hakkında, küçük kardeşide videoyu yorumlarıyla süsleyip çekiyor. Aileye bak lan?! .. in the butt! :D
http://www.todaysbigthing.com/2008/04/15
Bu video ise bir klasik bence. Büyük kardeşler ufak kardeşlerinin myspace bağımlılığı hakkında bir belgesel hazırlıyorlar. Kulaklık takıyorsanız kalıcı duyma hasarı verebilir, ona göre.
http://www.todaysbigthing.com/2008/02/21
Devamı var aslında...>>
Sons Of Rock
Günlerden bir gün Creedence Clearwater Revival'ın Proud Mary isimli şarkısının videosunu YouTube'dan ararken rastlamıştım Sons Of Rock'a. Proud Mary'i güzel çalmışlardı gerçekten (Leonardo Da Vinci Lisesi, vay be). Ardından aynı konserde çaldıkları kendi şarkılarınıda beğendim ve verilen myspace linkine tıklayarak grubu yakından tanımaya çalıştım.
İspanya'nın Madrid kentinden dünyaya gelen Sons Of Rock ilk zamanlar üç kişiydi. Bir gitarist, bir basçı ve birde bateristten oluşan bu kadro Keep On Rolling, My Name Is Lucille, Sons Of Rock ve Born To Be The Boss şarkılarını bestelemişti. O zamanlardan myspace üzerinden yazışmaya başladık. Sanırım Türkiye gibi (İspanyol bir gruba göre) doğu bir ülkeden birinin çıkıp "İyi şarkılar yazmışsınız" demeleri onları epey şaşırttı ilk başta. Ben ise o sıralar yeni nesil müzisyenlerden iyice ümidi kesmiştim ki Sons Of Rock kaliteli müziğin hala yapılabildiğini gösterdi.
2 Şubat tarihinde Emerganza Müzik yarışmasında gösterdikleri başarıyla göz doldurdular ve hemen ardından internet üzerinden yapılan ankette birinci olarak Rock In Rio'da çalmaya hak kazandılar. İspanya'nın prestijli gazetelerinden El Pais röportajında zatı-alimden bile bahsettiler sağolsunlar. Dayanamadılar, ilk EP'leri Sons Of Rock'ın imzalı bir kopyasını göndererek bizleri müteşekkiriyat sınırına taşıdılar. Sonraları epey uzun bir süre sesleri çıkmadı. Basçının Texas'a gitmesi, bateristinde kişisel durumları sebebiyle çalışamadılar. Sanırım bu süre zarfında grubun beyni, gitarist Alba boş durmadı, barlarda Alba & Friends diye bir grupla sahne aldı. Sessizlik basçı ve bateristin gruptan ayrılması ve yeni basçı-bateristin yanı sıra gruba 2. gitaristin katılmasıyla bozuldu. Gitarist Alba'ya Rafa gitarıyla destek olurken baterist Lete ve basçı Jose grubun altyapısını oluşturuyorlar.
Ve Rock In Rio... Eski kadroyla bestelenmiş 4 şarkının yanında Police At My Door, Knockin' Hell's Door, Just The King ve Slowhand Calling isimli 4 yeni şarkı daha seyircilerin beğenisine sunuldu (ben ilk kez dinlemiştim, ben bile ilk kez dinlemişsem muhtemelen herkes ilk kez dinlemiştir). 4 yeni şarkıda görüldü ki Sons of Rock iyi bir amatör gruptan umut vadeden profesyonel bir grup olmaya adım atmıştı. Gitarlardaki geçişlerin yanı sıra bas-bateri uyumu Rock In Rio'yu grubun tarihindeki altın bir sayfa yaptı. Grup Rock In Rio'nun hemen ertesinde Beatless'ı besteledi.
Elemanlardan bahsetmek gerekirse, yukarıda da bahsettiğim gibi Alba grubun beyni, baş söz yazarı ve bestecisi. Yetenekli bir gitarist olarak göze çarpıyor ve kızlar rock yapamaz tezini çürütüyor. Omzunun üzerinde gitar çalarken görebilirsiniz. Rafa 2. gitarist olarak epey iyi göründü Rock In Rio'da. Alba gibi O da çok yetenekli ve grubun geleceğinde kuşkusuz söz sahibi olacak. Aynı zamanda son bestelenen 5 şarkıda emeği olduğu aşikar. Lete iyi bir baterist, hatta bana göre Sons Of Rock aradığı bateristi bulmuş. Vuruşları ve tekniği yaptıkları müziğe tamamen uygun. Jose ise özellikle dikkat ettiğim bir eleman (benimde basçı olmamdan kaynaklanan bir durum :) ), sahnede güçlü görünüyor ve Lete ile beraber iyi bir ikili oluşturuyor. Son haliyle Sons Of Rock rüştünü ispatlamış vaziyette.
Sons Of Rock'a ulaşabileceğiniz adresler:
Myspace Sayfası (grubun resimleri yanı sıra 6 şarkısını dinleyebilirsiniz.)
Not: Resimleri görünce "hayırdır inşallah" dediniz biliyorum ama bundan sonra resim kullanmaya karar verdim :)
Devamı var aslında...>>
5 Kasım 2008 Çarşamba
Gerçeğe Giden Yol - Bölüm 1: İlk Yıllar
Sıradan sakin bir günde dayımlar bana kitap hediye etmişti. Yukarıda deli danalar gibi adını zikrettiklerimde onlardır. İki kitapta Tübitak Yayınları'nın çocuk serisine aitti ve şansıma tamda yaşıma hitap edecek düzeydeydi. Dayımların neden böylesi kitapları bana aldıklarını düşünüyorumda, o sıralarda ansiklopedi okumaya başlamıştım ve ta beş yaşımdan beri benim en iyi oyuncağım bir hayvan ansiklopedisiydi.
Önce astronomi... Gezegen, gökada, Güneş, Dünya derken birde bakmıştım ki zamanın popüler yarışma programı "Kim Beşyüz Milyar İster?"deki astronomi sorularını kaçırmıyordum. Aynı zamanda ortaokul ve lisede en paspal şekliyle öğretilen astronomi o kadar kolay geliyordu ki canım sıkılıyordu. Diğer kitap Bilim Adamları ise çok basit olmasına rağmen her yaş grubu insan için çok yararlı bir bilim tarihi kitabı. Hint, Mısır ve Antik Yunan'da bilimden başlayıp 20. yüzyıl atom kuramlarına kadar çok genel bir tarihi ele alırken, bunu o kadar güzel anlatıyor ki vakti zamanında kitabı tam anlamıyla sömürüyordum. Yaşıtlarım sokakta aslanlar gibi top oynarken ben evde bu iki kitabı ve daha sonra parabolik bir hızla sayıları artan diğer Tübitak kitaplarını okuyordum.
İşte bugün Temel Kimya dersimize giren Hasan Hoca'nın küçük laboratuarını görünce aklımdan bunlar geçti. Bir diğer yazımda daha sonra olanlardan bahsedeceğim. İyi günler!
Not: Asla asosyal bir çocuk olmadım, sadece kitaplara çok kaptırdım kendimi; gözlüklü sünepe bir tip değilim yani :)
Devamı var aslında...>>
2 Kasım 2008 Pazar
Kişisel Yazın Özeleştiri -1-
Öncelikle -sabredip her yazıyı okuyanlar farketmiştir- ilk yazılar daha çok kendim ve yaşantım hakkındayken, yani bir nevi günlük gibi giderken sonraları ansiklopedik dili kullanarak düşüncelerime önem vermişim. Son yazımda biraz dili hafifletsemde öncesindeki zıtlık garip göründü bana :)
Bundan önceki temam klasik blogger minimalist temaydı, sade ama sıkıcıydı. Değiştirdim rahatladım. Ama rahatlama değişimden mi oldu, yoksa sancılı değişim işleminin (kodlarrr...) bitmesinden miydi emin değilim.
Bunun haricinde yazılarım sıkıcı geliyor bana biraz. Yani okuyucu çekmek için birkaç yazı yazardım, belkide yazardım o sorun değil; asıl sorun yazıların dilinde gibi geldi bana. Ağır gibi, sıkıcı. Bilmiyorum, zevkli yazmaya çalışmam ama en azından dikkatli olabilirim önümüzdeki yazılarda.
Son yazılarda etikette kullanmamışız, bunda da kullanmıyoruz. Kullansak iyi olur dimi?
Kesinlikle blog hakkında birşey öğrenmeliyim; rssdir, google analyticstir hiçbirşey bilmiyorum.
Birde normal yazıların haricinde yazı dizileri ya da
bu blogda yapıldığı gibi okuyucularla güzel vidyoları ve ya okuduğum bloglardaki beğendiğim yazıları paylaşabilirim. Bakalım bu konuda düşünmek gerek.
Yazdığım yazıların altına, yazarken dinlediğim şarkıları yazmak istiyorum artık!
Resmimi değiştirdim farkeden var mı..
Son olarak yazdığım hikayeleri paylaşayım diyorum ancak onlar çok uzun, bunun için "devamı için.." etiketini öğrenmem gerek. Belkide rapidshare gibi bir siteye yönlendiririz. Ne kadar çok soru işareti varmış kafamda yazarken ortaya çıkıyor. Herneyse, iyi günler!
Dinledi ki: Mike Tramp - Heart Of Every Woman, White Lion - Little Fighter
Devamı var aslında...>>
1 Kasım 2008 Cumartesi
Ankara'da Otobüse Binerken Dikkat!
Ikaruslar Macaristan'ın bağırından kopup gelen mültecilerdir. Yunan mitolojisindeki Ikarusla hiçbiiir alakaları olmamakla beraber Ankaramıza 1989-1995 yılları arasında giriş yapmışlardır. Kışın soğuk yazın serin olmalarının sebebi, camları kapansa bile heryerinden hava girmesidir ki otobüsün içinde rüzgar eser (yani bu bir başarı bence). Boş gelmesine sevinmeyeceğiniz bir otobüs Ikarus, içinde insan olunca ısınıyor biraz. Son olarak, bir rivayete göre Eryaman - Batıkent seferindeki bir Ikarus'un körüğünden sonraki kısım artık bu işkenceye dayanamayıp kopmuş ve yan devrilmiştir. Manlar ise üstün Alaman teknolocisinin eserleridirler. Sessiz, sakin, sallanmadan giden otobüslerdir. Eğer bir Man'dan daha iyi birşey varsa o da iki Man'dır zira Man'lar hep ağzına kadar dolu olduğundan en azından diğer arabanın kapı ağzına sıkışabilirsiniz :)
Araba alacak parası olmayan (arabası olsa da benzin koyamayan) dar gelirli vatandaşın can simididir Ego otobüsleri. Yazının asıl sebebi olan "dikkat edilecek hususlar" kısmı daha otobüse binmeden başlıyor :) Efendim bazı duraklarda hiç sıra olmaz, ilk atlayan biner (örneğin evimin yanındki durak). İlk başlarda çok otobüs kaçırdım ama sonralarında nasıl rol yapıldığını öğrenip işin çakalı oldum! Herneyse sıra varsa bile bir sorun oluyor çünkü bazen sırada iki kuyruk oluyor (ekran başındakilerin afallama sesleri eşliğinde..). Kızılaydan bindiğim durak aynen böyle bir yerdir ve her zaman kavga çıkar, istisnasız her zaman :) Hele birde her kuyrukta zeki bir amca çıkıp işi halletmeye çalıştı mı yarım saat otobüse binemiyorum...
Otobüse şans eseri bindiniz diyelim. Baktınız oturacak yer yok, hemen arkaya ilerleyin (böyle yapmayanlarla aramda soğuk rüzgarlar estiriyorum otobüslerde). Tutunabileceğiniz bir yerde varsa tamam. Bir yer boşalırsa sakın sağa sola bakmayın, oturun. Bir Keçiörenli olarak yaşadığım 19 yılda şunu öğrendim ki eğer bir fırsatınız varsa, o son fırsatınızdır! Oturun abi, sonra bakın yaşlı teyze amca mı var bebelik kadın mı var diye, kalkar yer verirsiniz.
Son olarak otobüse binen şahıs şu sözlere alışık olmalıdır:
"Bir iki adım lütfen.."
"Arkalar bomboş .... (halbuki arkada santimetreküp başına 4 insan düşüyor)"
"Veriyonuz Meliii Gökçee oyları, böyle oluyor sonra! (ertesi günkü seçimlerde adı geçen şahıs %50 ile belediye başkanlığını sürdürür)"
Bundan sonraki belediye otobüsleri yazımın başlığı "Yaşlı İnsan ve Belediye Otobüsü" olacak sanırım, esen kalın arkalara ilerleyin ilerletin :)
Devamı var aslında...>>
30 Ekim 2008 Perşembe
Etanol ve Naproksen Sodyum
Bu durumu kayıtsızlığa ya da umursamazlığa bağlayabilirsiniz ancak ben durumu kendime güvene bağladım. Eninde sonunda öleceğiz, esas mesele ölürken arkanıza korkacak birşeyler bırakmamanız. Yaşamımız boyunca dinler olsun, ahlak kuralları olsun birçok etki sözkonusu üzerimizde ancak resme biraz daha geriden bakmak gerekirse aslında yapmamız gereken şey daha basit: iyi bir insan olmak. Ve sanırım ben iyi bir insan olduğumu düşündüm. Birkaç sene sonra belkide hatırlamayacağım bir gün olacak 30 Ekim 2008 tarihi, buna karşılık hayatım boyunca takip edeceğim iz "iyi bir insan ol"dur. Umarım gittikçe yozlaşan dünya benide pençesine almaz ve bu sözü unutturmaz.
Devamı var aslında...>>
22 Ekim 2008 Çarşamba
Neden Yazıyoruz?
Ben böyle düşünürken aklıma şu soru takıldı: Neden yazıyoruz? Ben bu soru içinde sürüklenip giderken Türk Dili dersinde de böylesi bir konu dönünce kendimi iyice düşünmeye sevkettim.
"Neden yazıyoruz?" sorusu bir bakıma "Neden sanatla ilgileniyoruz?" sorusu ile bağlantılı bana göre. Bir sanatçı (ustalığı hangi konuda olursa olsun) neden sanat yapar? Kendi düşüncelerini neden içine atmak yerine dışa vurur? Hatta Türk Dili dersindeki soruyuda buraya ekleyebiliriz: Eğer ki sanatçı kendi için sanat yapıyorsa bunu neden insanlarla paylaşıyor ve üzerine para kazanıyor?
Bunların basit bir cevabı da olabilir karışık da. Ancak işin köküne inmeye başladığımızda yine o insan doğası sistemiyle karşılaşıyoruz. İnsan doğası yoğun bir madde gibi görünmeye başladığı, sanki insan kavramından bağımsız başlı başına bir konu olarak görünmeye başladığı noktada bu sorular beni şu cevaba götürüyor: İnsan anlaşılmak ister. Örneğin ben bu blogdaki yazılarımda genel olarak düşündüğüm, kafa yorduğum konulara yer vermeye çalışıyorum ki insanlar beni anlasın, düşüncelerimle kafalarında bir başka kapı açabileyim. En basitinden şu yazıda düşüncelerimi dile getirdim ve bu konu hakkında düşünen insanları farklı bir bakış açısıyla tanıştırdım.
Toparlamak gerekirse; yazıyoruz çünkü içimizden gelenleri diğer insanlarla paylaşmak istiyoruz. İstiyoruz ki diğer insanlar bizim düşüncelerimizi okuduktan sonra onun hakkında düşünsünler ve yeni fikirler edinebilsinler. Ya da sadece kendimizi kandırıyoruz :) İyi günler!
Devamı var aslında...>>
16 Ekim 2008 Perşembe
Kuyu Ve Sarkaç
Birçokları Edgar Allan Poe'nun ismini duymuştur. Bazıları Kuzgun'u (The Raven) okumuşlardır. Birtakım kişiler Poe'nun hikayelerini başarılı bulur. Ancak sadece onun dil zenginliğinin zekasıyla nasıl ve neden böylesine sıkı sıkıya kenetlendiğini anlayabilenler Poe'nun hayranı olabilirler.
Kuyu Ve Sarkaç (The Pit And The Pendulum), Poe'nun 1842'de yayınladığı bir eser. Eserin içeriği hakkında hiçbir sır vermeden, size nasıl yazılmış olduğundan bahsetmek istiyorum. Öncelikle hikayenin başlangıcı olan nokta çok iyi seçilmiş. Daha geriden ve ya daha ileriden başlayabilecekken öylesine güzel bir nokta seçilmiş ki hikayeye olan ilginiz daha baştan tavan yapıyor. Daha sonraları hikayenin seyiri, sesi gittikçe artan bir klasik müzik eseri gibi. Öyle ki hikayenin son satırına kadar heyecanla okumanızı sağlıyor. İnişli çıkışlı hikayelerin aksine sürekli atran bir gerilim, heyecan ve beklenti oluyor.
Sürükleyicilik bu derece yüksekken dil zenginliği, diğer eserlerindeki çizgisini sürdürüyor. Karakterin içinde bulunduğu durumu, sanki okuyucu yaşıyormuşcasına hissettirebilen betimlemelerle dolu bu eser. Örneğin (hadi küçük bir kısım verelim hikayeden) karakter duvara dokunarak ilerlerken, okuyucunun kitabı tutan elleri sanki o duvarın pürüzlü yüzeyini hissediyor. Yazarın -ve elbette bu eserin- bu derece başarılı olmasının iki sebebinden biri bu. Diğeri ise ustaca örülmüş küçük ayrıntılar. Yazarın şimdiye kadar okuduğum yazınlarının hepsinde küçük ayrıntılar o derece önemlidir ki bazen hikayenin temelini oluşturur. Karakterlerin kafayı kullanma metodları (ki bu metodlar yazarın aklına gelen şeyler olduğundan, bunları yazarın zekası ile de ilişkilendirebiliriz) insanı hayretler içerisinde bırakıyor.
Efendim son olarak bahsetmek istediğim şey; aslında bu eser o kadarda başarılı olmayabilir, sadece ben kendimi çok kaptırmış olabilirim. Ancak böyle bile olsa Kuyu Ve Sarkaç kesinlikle zaman ayırılması gereken bir eser. Kim bilir belkide ben haklıyımdır.
Devamı var aslında...>>
9 Ekim 2008 Perşembe
ÖSS Hakkında
Üniversitelere giriş sınavı bildiğiniz gibi iki bölümlü, 3 saat 15 dakika falan. Herkesin ortak görüşüne katılıyorum ve bir insanın hayatının 3 saat 15 dakikalık bi sınavla yönlenmesine tepki gösteriyorum. Ben çalıştım çabaladım, birazda şans yardım etti elbette ve istediğim okulun istediğim bölümüne yerleştim ("yerleşmek" lafı garip aslında, ikamet ediyoruz sanki okulda. Ciddiye alıp yerleşenler ve 7-8 sene sınıfta kalanlar var birde!). Ancak birçok öğrenci istedikleri bölüme yerleşemediler malesef. Neden? Çünkü heyecanlandılar, kafaları durdu, bayıldılar, birkaç gün önce bir yakınları vefat etti vs... Bunların hiçbiri olmamış olsa bile, sınav sırasındaki ruh hallerinden ileri gelen sebeplerle bir soru üzerinde takılıp dakikalar harcadılar ve zamanları kalmadı. Sonuçta fizik okumayı kafasına koymuş birisi ziraat mühendisliğine, Amerikan dili ve edebiyatı tutkunu birisi, klasik yunan dili ve edebiyatı bölümüne gitmek zorunda kaldı. Ha bu durumdaki arkadaşlar olduğu gibi gayet çalışıp, kendisine sınav sırasında hakim olan insanlarda vardı ve istediklere yere yerleştiler.
Peki sınav olmazsa ne olacak? Tabi ki öğrencilerin lise not ortalamaları işin içine girecek ve aldıkları ortalamalara göre bölümlere başvuracaklar. Çok güzel değil mi, lisede okul birincisi olan birisi kimya bölümünde sürünmeyecek, örneğin genetik okuyacak. Ancak şunu unutmayalım ki, liselerin durumu içler acısı. Öğrenciler dersleri liselerde değil malesef dersanelerde öğreniyorlar (tıpkı benim gibi). Hocaların kaliteleri tartışma konusu. Sırf önü ilikli değil diye dersten kalan başarılı bir öğrencinin durumu ne olacak peki?
Demek istediğim şu ki, mevcut durum içerisinde en iyi sistem öss sınavı. Ha liseler geliştirilir, hoca kalitesi sağlanır, öğrenci kalitesi belli bir seviyeye çıkarılabilirse tabiki de sınav kalkacak ve bunun gibi bir not ortalamasına dayalı sistem getirilecek, getirilmeli. Belki ikisinin ortası olarak lise 1, 2, 3 ve 4. sınıfların sonlarında olmak üzere 4 sınav yapılıp ortalaması alınabilir ancak o zamanda mezun öğrenciler ne olacak, hangi sınava girecekler? Birde böyle birşey olursa dersanecilik tavan yapar (sanki şimdi tavan değilmiş gibi... neyse bu başka bir yazı konusu).
Kapanışta şu küçük düşüncemi dile getirmeliyim: İlkokullarda köklü bir devrim yapılmalı, susup ezberleyen çocuklar değil, konuşup konunun mantığını kavramaya çalışan öğrenciler yetiştirilmelidir. Teşekkürler.
Devamı var aslında...>>
6 Ekim 2008 Pazartesi
Evrim Hakkında Düşünceler
İkinci olarak gelelim benim evrim hakkındaki düşüncelerime. Yukarıda da dediğim gibi bilimsel bir yöntemle, canlıların dünyasına girip nerden gelip nereye gittiklerini açıklamaya çalışırsanız; evrim olmasa bile sanırım ona yakın birşeyler ortaya koyarsınız. Evrim teorisini destekleyen veriler mevcut ancak bu veriler yorumlara göre değişiklik gösterebilir. Bir deniz kabuklusu fosiline bakan iki ayrı araştırmacıdan ilki, fosilin günümüzdeki deniz kabuklularının atası olduğunu; diğeri ise binlerce yıl önce ortadan kalkan bir türün fosili olduğunu söyleyebilir. Bütün bunların ışığı altında ben diyorum ki; evrim konusunda kesin emin olamayız. Bu iki yönlü bir düşüncedir: kesin var ya da kesin yok diyemeyiz.
Kesin var diye neden diyemeyiz peki hocam? Evrim'in boşlukları bunun için yeterli bir sebep gibi görülse de aslında, evrim kuramının tamamına hakim olamadığımızı düşünüyorum ben; bütün insanlık olarak. "Gözümüzün önünde evrim geçiren bir canlı olmadı daha" gibi bir klişeye bulaşmayacağım ama eldeki verilerin yukarıda bahsettiğim gibi farklı yorumlanması durumu, evrimi kesin kabul edemememizin bir etkeni. Ayrıca inanan insanlara öğretilen yaradılış olayı, o insanların kafasında evrimi bitiriyor.
"Kesin yok" ta diyemiyoruz, neden? Çünkü evrim teorisi (hipotezi ya da, nasıl isterseniz), bilimsel açıdan en mantıklı yol. Bunun yanı sıra açıkları olsa dahi geliştirilebilmesi söz konusu ve belkide bir gün gelecek evrim teorisi reddedilemez olacak, yani kanunlaşacak; bunu bilemiyoruz henüz. Bilim bir yana, bilimle alakasız olan insanlar için bile evrim, şöyle bir düşünüldüğünde, mantıklı gelebilir. Neden olmasın? Varlığından kesin emin olamayacağımızı savunurken konuya hakim değiliz tam olarak demiştim, aynı sebepten yokluğundanda kesin emin olamıyoruz. Kanıt yokluğu yokluğun kanıtı değildir.
Birde benim küçük bir düşüncem var, doğru ya da yanlış, sadece böyle olabileceğinide hesaba katmak istiyorum. Belkide "Tanrı vs Evrim" gibi bir durum yokturda; evrim, Tanrı'nın bir sistemidir. Belki ilk olarak basit canlıları yaratmıştır ve sonra onları mükemmelleştirerek (ya da mükemmelleşmelerine sebep olarak) bugünlere getirmiştir. Bu düşünceye engel olabilecek ayetler, hadisler falan vardır sanırım ama bence bu düşünce dikkate almaya değer.
Evrim çok garip bir konu, günden güne fikriniz değişebilir. O yüzden bana kalırsa herkes bol bol bu konu hakkında okumaya, kendi içinde düşünmeye ve fikir sahibi olmaya baksın ancak "bu doğru işte!" diye başkalarına dayatmasın. Zaten herkesin düşüncesi kendine... İyi günler.
Devamı var aslında...>>
5 Ekim 2008 Pazar
Ordu'nun Varlığının Sebeplerinin Sorgulanması
Ne zaman insanlar doğa ile savaşta üstün konuma gelmeye başlayıp birbirlerinin topraklarına -tarımın gelişmesiyle- göz dikmeye başladılar, işte o zaman ilk ordular ortaya çıktı. Eğer insandaki kötü taraf olmasaydı belki şöyle bir düşünce mavi küreye egemen olabilirdi: "Yeteri kadar var zaten". İnsanlar yeteri kadar toprak, mal, mülk, maden ve benzeri şeylere kanaat edebilselerdi ilkel toplumlardan günümüze miras kalmış en kritik şeylerden biri olan "savaş" kavramı belki olmazdı. Herneyse bir diğer yandan insanların içinde bulunan kötü taraf sadece ülke sınırlarını genişletmek amaçlı değilde mesela güç gösterisi yapmak ve dünyayı ele geçirmek - hükmetmek gibi bir takım düşüncelerede neden olmaktadır ve açık ki birçok savaşın sebebide bunlardır. Kültür ve din gibi kavramları yaymak için yapılan savaşlar ise bana hep garip gelmiştir.
Yukarıda bahsettiğim durumlara sebep olan insanın kötü tarafı, insan doğasına özgü birşeydir; söküp atılamaz. Çok iyi insanlar vardır, iyi insanlar da vardır ancak gücü elinde bulunduranlar da insandır ve hepside kötü değildir. Biri bana çıkıp "ee ne önerin var" dese "durumu korumak" cevabını veririm çünkü yukarıdaki gibi sebepleri binlerce yıllık savaş tarihi sebebiyle insanlardan söküp atamayız. Çok iyi niyetli bir halk düşünelim mesela, ülkeleride olsun. Bu ülke "biz anti militaristiz" diyip ordusunu terhis etse ertesi gün bütün ülkelerle savaşmak durumunda kalır. Bugünkü koşullarda ordusu terhis edilmiş bir ülke, bağışıklık sistemini kaybetmiş bir insan gibi malesef. Ya bütün ülkeler feshedecek, ya hiçbiri, ne yazık ki.
Uzatmadan şöyle toplamama izin verin; eğer insan psikolojisinin evrimi daha farklı olsaydı, yani daha iyi olabilseydik, ordulara ihtiyacımız olmayabilirdi. Ancak mevcut durumda ordular gerekli çünkü herkes iyi niyetli değil. Ve asıl sorunun cevabı: Silahlı kuvvetler, insanda kötü bir taraf olduğu için vardırlar.
Bir latin atasözü der ki: "Ordular barışı korur"
Devamı var aslında...>>
4 Ekim 2008 Cumartesi
Su Bazlı Bir Gün
Yeni bir eve çıkmak heyecan verici oluyor, bugün bunu gözlemleyebildim. İnsanlar kendi odalarını boyarken, eşyalarının yerlerini tasarlarken, oda arkadaşlarıyla geçirecekleri zamanı konuşurken gözlerinde bir parlaklık görüyorum. Gülünç olduklarını kim iddia edebilir? Şu anda bende bir ev almış ve onunla ilgileniyor olsaydım muhtemelen bende öyle olacaktım. Sahibiyet duygusu insanları heyecanlandırıyor; bir arabaya, bir iş yerine ve ya bir eve sahip olunca. Birde ev kavramı insanoğlu için önemlidir biliyorsunuz. Orası bütün tehlikelerden uzak, dinlenmek ve eğlenmek için akla gelecek ilk yerdir (ama tabi bunun dışında kalan evlerde yok değil). Birde senelerce ailesinin yanında yaşamış bir insan kendi evine çıkarak artık kendi kurallarını koyabileceği bir yere sahip oluyor. İçgüdülerin bir meselesi işte, çoook eski atalarımızdan bize miras kalmış güdüler.
İçgüdü demişken günümün olayından bahsedeyim. Sevgilimle 2. senemizi bitirmemize 20 gün kalmışken aklıma garip bir soru takıldı (aslında herkesin aklına zaman zaman geliyordur): Bende ne buluyor? 2 sene az bir süre değil. Bir gönül eğlendirmek için ve ya bir vicdan azabından kurtulmak için gerçekten çok uzun. Demek ki diyorum beni seviyor, gerçekten seviyor ki 2 sene boyunca hayatında söz sahibi olmama izin verdi (binbir oyunla saçlarını kestirmesine sebep olmama bile kızmadı). Peki beni geriye kalan insanlardan farklı kılan, onlarda olmayıp bende olan ve O'nun 2 sene boyunca benle olmasına neden olan karakteristik unsur ne? Ondan bu konu hakkında düşüncelerini yazmasını istedim, bakalım özel olmazsa paylaşırım.
Son olarak ton balıklı salata mısırla çok güzel oluyor, meraklısına tavsiye olunur.
Devamı var aslında...>>
3 Ekim 2008 Cuma
Yetiştirmek, Fikir Edinmek, Değiştirmek
Bugün sevgilimle buluştum, kavuştuk sonunda. Beş gün bile olsa, insan ayrı kalınca o teması, heyecanı özlüyor. Sevgilimin kokusuna, gülüşüne, sarılışına tekrar kavuştum ve mutluyum.
Kızılay'ın en iyi rock barı Always Rock'ta bu gece Dio & Rainbow gecesi vardı. İlk olarak Rainbow ile başlandı. Rainbow'un Dio'lu dönemine dair bir konserin ardından Joe Lynn Turner yıllarına dair klipler gösterildi. Şahsen ben Turner'ın Rainbow dönemide dair birşeyler bilmiyordum ve epey bilgilendirici oldu bu bölüm. Daha sonrasında Dio'nu tahminimce 2000-2003 yılları arasında bir zaman verdiği bir konser gösterildi. Yine Holy Diver olsun, Don't Talk To Strangers olsun, Rainbow In The Dark olsun çoşturdu bizi küçük dev adam. Konserin yarısında tek tabanca takılmaktan sıkıldığım için evin yolunu tuttum.
Bira benim çok sevdiğim birşeydir. İçimi kolay bir içkidir, muhabbetin yanında çok iyi gider. Ancak olmuyor, göbek yapıyor. Ayrılamam dediğim biradan ayrıldım, viskiye geçtim. 3-4 70'lik bira içeceğime 1-2 duble viski içmeye karar verdim ama ona da alışmam lazım daha. Birde kötü yönü yanında çok tuzlu fıstık yada çikolata gidiyor. Göreceğiz neler olacak.
Bana çok yoğun bir günmüş gibi geldi aslında, belkide sadece kafamın için çok meşguldür...
Devamı var aslında...>>
2 Ekim 2008 Perşembe
Keçiörenli Olmak
Efendim sadece Keçiörenli olarak tepem atmadı, bir Beşiktaş taraftarı olarakta tepem attı. Kötü oynadık, adamlar iyi oynadı, olay sadece bu ama. İstifaya şuna buna gerek yok ama insan 19 senedir tuttuğu takım yenilince, hemde ilk ikisi şansına, diğer ikisi takımın dağılmasından kaynaklanan gollerle yenilince üzülüyor kızıyor.
Farklı mesleklere mensup 5 arkadaşım ev tuttular (sonunda), bugün bende onlarla beraber gidip evi gördüm; günün meselesi buydu. Biraz dökülüyor olsa da boya ve halılarla beraber çok iyi bir yer olacak gibi, Kızılay'a da çok yakın. Ancak asıl mesele beyaz eşya tabiki. İftaye pazarına gittik, buzdolapları 100, ocaklar 40 lira. 3.5-4 sene sonra gerçekleşmesini planladığım eve çıkma durumlarını bir kez daha gözden geçiriyorum.
Yazımın sonunda O'nun geldiğini haber vermek isterim, mutluyum huzurluyum.
Devamı var aslında...>>
1 Ekim 2008 Çarşamba
Ekim
5 günlük bir geziye gitti ailesiyle; 5 gün sadece ve yarın akşam dönüyor. İnsan gitmeden "ne olacak ya biraz özleriz birbirimizi o kadar, hem tatil hakkı yani" diyor ama şu anda O'nu ne kadar çok özlediğimi tarif edemem. Hele birde bunun üzerine White Lion'dan Till Death Do Us Apart dinliyorum ki, duygu yüklü dakikalar geçiyor.
Aslında bir noktada saçma değil mi? Gelecek, yine Kızılay'ın en iyi barı Always Rock'ta olacağız, sarılacağız, bana çikolata almak için ısrar edecek vs... Ama hayır böyle düşünemiyorum. O Ankara'dayken öyle bir durum oluyor ki her zaman yanımda olabilecek gibi... İnsan herşeyi beraber yaşamak istiyor; her güzel dakikayı, her güzel manzarayı, her güzel gün doğumunu... Birde beraber olduğunuz insanın gerçekten özel ve bir daha bulunamayacak olduğunu düşünüyorsanız bu duygular katlanıyor. Aslında bu satırları güzel yazamadım, öyle güçlü hisler söz konusu ki bir başkası belki bu satırları okurken "vay be aşk bu olsa gerek" diyebilir ama ben sadece saçmaladığımı, bu satırların hislerimin yanına bile yaklaşamadığını düşünüyorum (Tramp çok kötüsün... Ölüm Bizi Ayırana Dek diye şarkı yapılır mı?).
Hele birde aynı grubun Goin' Home Tonight şarkısı vardır ki, beni zorla aile babası yapacak. Şarkıdan küçük bir bölüm yazmak istiyorum:
Devamı var aslında...>>
30 Eylül 2008 Salı
30 Eylül Günü Genel Durum
30 Eylül 2008 günü Şeker Bayramı'nın ilk günüydü ancak benim için herhangi bir günden farksızdı malesef. Eskiden sevindiğim, bir büyüsü olduğunu hissettiğim bayramlar yok artık. Nerde eski bayramlar muhabbetine girmeden geçeyim.
Moderatörü olduğum KaraKatliam.com'da ilgimi çeken bir başlık var: Gruplar ve Ülkemizdeki Fan Sayıları. Yazıyı yazan arkadaş olaya biraz mizahi yaklaşmış ve gülüyorsunuz gerçektende. Ancak biraz beyin fırtınası yaparsak durumu kavrama şansımız olabilir. Şimdi bu başlığın meselesindeki esas nokta sadece adam gibi dinleyenleri mi sayıya katacağız, yoksa ışığı gören gelsin mi?
(a) İlk değerlendirmede heavy metal biraz önde kalacaktır sanırsam. En genel itibariyle heavy metal dinleyen kitlesi ile thrash ve death metal dinleyenler kafa kafaya gider. Çok küçük bir farkla power metal dinleyicileri arkadan gelir. Onlarında hemen arkasında progresif rock-metal (aslında ikisi çok farklı bence) dinleyicileri gelir.
(b) Emocore tiplerle heavy metal kutsal ittifakı savaşsa savaşın kazananı belli olmaz. Gerçekten bu emo arkadaşlarımız fazlalar, ne yaptıklarını bildiklerinide sanmıyorum. Bu görüşümü, bugüne kadar müzik zevkini takdir ettiğim hiçkimsenin o türü sevmediği ile desteklemek istiyorum. Ama her müzik türünün dinleyenlerine saygılı olmamız lazım, o yüzden sadece sayıyı ele alalım ve elemanları çoğunluğa koyalım. Hemen arkalarında Dream Theather'cılar gelir sanırsam. 2-3 DT şarkısı bilip rockçı geçinenler ve sağlam dinleyicileri toplarsak epey bir sayı ediyor. Diğerleri ise bu çoğunluk arasında kayboluyor malesef.
Mesela Wolfmother diye bir grup dinliyorum şu anda Last.fm'den, şarkının adı Vagabond. Şarkının başı gayet güzel, genel anlamda şarkının iskeletide çok hoş ancak şu stoner durumu işin içine girince ben soğuyorum malesef. Bunun haricinde birde kliplerini izlemiştim, hangi şarkı bilmiyorum ama hoştu gerçekten (Ah ama şarkının hemen arkasına GNR - Paradise City açılmaz ki last.fm..).
Bugünün meselesi Law & Order dizisinin oyunu olan L&O Crime Intend'i oynamam oldu. Bir iki noktada çok uğraştım, olmadı netten kopya aldım ama anladım ki polisçilik-dedektifçilik pek benlik değil. Birkaç noktayı atladığım için bir yerde tıkandım kaldım. Sonra ilk başa dönüp seçebileceğim 3 cinayetten ilkini seçtim, onda çokda iyi ilerledim hatta ama bilgisayar oyundan attı... *aaaa duur hayır.. ooofff mk..* Ama oyunun bir iyi yönü Metin 2 denen Knight Online türevi oyundan ayrılabildim biraz. Sardı da sardı ne oldu bana anlayamadım.
Bayramın ilk günü böyleydi, yarın da iyi şeyler olacak umarım :)
Devamı var aslında...>>