5 Haziran 2009 Cuma

Kişisel Yazın Taşındı

Kişisel Yazın artık Blogger üzerinden değil, Wordpress üzerinden yayında olacak. Değişikliğin sebebi yok açıkçası, bugün olmasa bir gün olacaktı nasıl olsa. Yeni adres diğerinden çok ta farklı değil aslında:

http://kisiselyazin.wordpress.com/

Bu blogu silmek istemiyorum çünkü yazılan yazılar buraya ait.

Yeni adrese dünyayı farklı bir bakış açısından dinlemek isteyen herkes çekinmeden uğrayabilir. İyi günler!
Devamı var aslında...>>

Evrim Hakkında Yanlış Bilinenler

Bir önceki yazımda evrim teorisini kısaca anlattım. Bu yazımda ise gerek ülkemizde gerekse de dünyanın diğer ülkelerinde yanıl bilinen evrim efsanelerinden bahsetmek istiyorum.

Bunların en klişe, en ağızlara sakız olanı rastlantı meselesidir. Denir ki bu konuşmayı, yürümeyi, düşünmeyi organize eden beyin; görme aygıtı göz ve diğer uzuvlarımız tamamen tesadüfi bir şekilde mi oluşmuştur? Evrim konusunda ortalama bir bilgi birikimi olan herkes bu sorunun cevabını büyük bir hayır yanı sıra küçük bir evet ile verir. Tesadüfler evrimin sadece bir değişkenidir. Evrim birçok değişkenin bir araya gelmesi ile oluşmuş bir süreçtir. Tesadüflerin hiç olmadığı bir ortam canlandıralım zihnimizde. Bu ortamda yaşayan bireylerin oluşturduğu toplulukta -işlevi şu an için önemsiz olan- bir A geninin bulunma sıklığı 1/4 olsun. Bu gen ortamda yaşama şansını arttırıyor ise nesiller geçtikçe bu A genini taşıyan bireyler toplulukta daha da çoğalmaya başlar, A genine sahip olmayan bireylere oranla daha avantajlı oldukları için. Sonuçta öyle bir an düşünelim ki A geninin bulunma sıklığı 99/100 gibi "çok" bir değere gelsin. İşte bu bir evrim mekanizmasıdır. Rastlantı yoktu burada, sadece kalıtsal çeşitlilik sonucu ortaya çıkmış (ve ya aktif hale geçmiş) bir A geninin, sahiplerine avantaj kazandırdığı için topluluktaki bulunma sıklığını (yani frekansını) arttı. Rastlantı işin içine mutasyonlarda girer ki laboratuvarda sirkesineklerine bile kontrollü mutasyonlar yaptırılıp bu değişimin evrim sürecine etkisi incelenmiştir.

Bir diğer yanlış anlaşılma ise (aslında az önce laf arasında açıklamışta olsam) sanki bir bireyin gittikçe değişmesinin evrim olduğudur. Hayır, bir bireyin ömrü boyunca geçirdiği morfolojik değişiklikler evrim değil adaptasyondur. Adaptasyonlar %99.99999... oranında oğul döllere aktarılmaz. Yani bu kadar lafın özeti bir canlı Hulk gibi öööaaarrgghhh diyip değişmez; değişse bile bu evrim olmaz çünkü oğul döllere aktarılmaz. Bu görüş Lamarckçılıktır ki evrim teorisi Lamarck'ın düşüncesinin yanlış olduğunu iddia etmektedir zaten. Buna karşın ne yazık ki evrim karşıtları ve bir takım evrim yanlıları bu hataya düşmektedirler.

Evrim teorisi Tanrı karşıtı bir teori değildir. Evrim, Tanrı'nın var olup olmadığı ile ilgilenmez. Hatta inanır mısınız; evrim süreci "kör"dür. Düşünmez, çünkü buna gerek yoktur. Evrim, genetik havuzda yüzen genlerin sahiplerine kazandırdıkları avantajlar oranında artıp azalmalar sürecidir sadece. Ayrıca Tanrı kavramı o kadar esnektir ki evrimi dahi kabullenebilir. Bu konuda Kenneth Miller isimli bir öğretim görevlisi, evrimin Tanrının işi olabileceğini söylüyor.

Yanlış bilinen birçok şey olabilir, elimden geldiğince de yanıtlamaya çalışırım. Burada amaç evrimi ispat etmek, empoze etmek falan değil, sadece doğru bir şekilde bilinmesini sağlamak. Eğer ortada dünyayı peşinden konuşturan bir fikir varsa bence bu düşünce hakkında olabildiğince çok bilgi edinilmesi gerekir. Yoksa nasıl karşı çıkılabilir ya da savunulabilir ki? Evrim konusuna tamamen hakim bir insanın, "Ben evrim sürecinin yaşandığına inanmıyorum, çünkü şöyle ..." demesi kabul edilebilir bir davranıştır; fakat ben böyle bir durumun olmayacağını düşünüyorum. Son olarak, evrimi sadece karşıtlarından değil biraz da yandaşlarından, bilim insanlarından okumak ufukları genişletir.

Devamı var aslında...>>

3 Haziran 2009 Çarşamba

Evrim Teorisi: Kısa Bir Açıklama

Aslında Bohr Atom Teorisi ya da Sicim Kuramı gibi bilimsel olgulardan daha elle tutulur bir teori olsa da ne yazık ki hakkında sadece Adnan Oktar ve tayfası tarafından insanlara empoze edilen bilgiler ışığında yorum yapılan teoridir.

Teori nedir? Eğitim sisteminin garipliğinden kaynaklandığı üzere hipotez doğrulanırsa teori, teori doğrulanırsa yasa olmaz. Yani teori arada derede kalmış zavallı birşey değildir. Teori, içinde birtakım hipotezler ve yasalar barındıran bir bütündür. Bunu örneklemek gerekirse yerçekimi bir yasadır çünkü doğada milyonlarca kez sınanmış bir deney sonucudur. Daha açık bir anlatımla bir fenomendir ve herkes aynı şekilde gözlemler. Teori ise bu olayın nedenini araştırır. "Elma neden yere düşer?" der ve bunun neden dünyanın çekiminden kaynaklandığını araştırır. Açıkça "Neden Dünya (daha doğrusu kütle) kütleyi çeker?" der ve açıklamaya çalışır (Einstein'ın Görelilik Kuramı). "Teori canım, daha ispatlanmamış" diyorsanız uçurumdan kendinizi atıp yere çakılmayacağınızı umabilirsiniz Bu bilgiler ışığında Evrim, bir hipotezler ve yasalar bütünüdür. Teorinin TDK Sözlük karşılığı ise "Sistemli bir biçimde düzenlenmiş birçok olayı açıklayan ve bir bilime temel olan kurallar, yasalar bütünü" dür.

Gelgelelim Evrim Teorisine. Klasik, "işte şu yıl yayınlandı, şu yıl böyle oldu" demeyeceğim, internette bu konuda (evrim tarihi konusunda) epey kaynak var. Bahsetmek istediğim şeyler evrimin temeli ve yanlış anlaşılan noktalar.

1- Evrimin temellerinden birisi varyasyonlardır. Varyasyon, bir popülasyonda (canlı topluluğu) ki çeşitliliktir. Bu çeşitlilik mutasyonlar, popülasyonlar arası gen alışverişi ve ya göçlerden kaynaklanabilir. Örnek olarak 10 tane toprak solucanının olduğu bir popülasyonda elemanlardan birisi -örneğin- yediği besinden daha fazla verim almaktadır. Bu durumda eleman daha fazla hayatta kalabilir ve daha fazla yavru yapabilir. Tabiki bu durum verdiğim örneğin sonucu. Tamamen farklı şekillerdeki çeşitlilik daha farklı kazançlar saylayabilir. Ancak esas mesele çeşitliliğin doğal seçilimsiz pekte birşey ifade etmemesi.

2- Doğal seçilim, az önce varyasyon sebebiyle besini daha iyi kullanan elemanın yavrularının (ve torunlarınında...) popülasyondaki sayısının artması ve diğer "normal" bireylerin sayısının doğal sebeplerden ötürü azalmasıdır. Çok daha basit bir anlatımla, yaşadığı çevre koşullarına daha iyi uyum sağlayan kazanır! "İyi olan kazansın" tarzındaki bu durum bence akla epey yatkın. Örnek vermek gerekirse bir ren geyiği popülasyonunda bireylerin 1/4'ü kürk renkleri itibariyle daha iyi saklanabiliyorken 3/4'ü bir miktar daha "görülebilir" ise, insanlar ve yırtıcı hayvanlar tarafından avlanan taraf çoğunlukta olan olacaktır. Tabi diğer (daha iyi kamufule olan) taraftanda avlananlar olacak ama bu diğerlerine oranla daha az. Böylece 1/4 iken gittikçe 1/2 ve belki bir süre sonra popülasyonun tamamı iyi kamufule olacak.

Bu iki temel olguyu birleştirecek olursak; çeşitlilik sebebiyle popülasyondan (ve avcılardan) daha avantajlı duruma geçmiş bireyin yavrularının ve bütün sülalesinin doğal seçilimle yavaş yavaş elenen komşulardan zamanla daha fazla nüfusa sahip olması durumudur evrim. Burada bir bireyin öööaaagghhh diyerek evrimleşmesi gibi bir durum yok ortada. Mesele gen oranlarının çevreye uyuma bağlı olarak artması ve azalması sözkonusu.

Peki tür çeşitliliğinin sebebi nedir? Yine bir popülasyon ele alalım ve bu seferde filleri kullanalım. Bu filler her tarafı dağlarla çevrili bir yerde nesillerdir yaşıyor olsunlar. İçlerinden maceracı birkaçı sürüden ayrılıp dağları aşar ve tamamen farklı koşullarda şekillenmiş bir coğrafyaya gelirlerse, o coğrafyaya uyum sağlamak zorunda kalacaklardır. İlk mekanlarında mesela 50 yıl yaşayan filler burada alıştıkları coğrafyaya göre çetin koşullarda 30 yıl dayanabiliyorlardır heralde. Gel zaman git zaman birkaç nesil sonra, tamamen çeşitliliğe dayalı olarak bir fil çok daha dayanıklı olabilecek bir özellik kazanırsa (yiyecek açısından, avcılardan korunma açısından, çevre koşullarına dayanma açısından), diğerlerine oranla tür içerisinde kendi sülalesinden gelen eleman sayısı artacaktır. Mantıklı dimi? 30 seneye mahkum elemanlardan birkaç (belkide onlarca ya da yüzlerce ya da binlerce) nesil sonra 40, 50 ve ya daha fazla süre hayatta kalabilen fakat şekilce azcık değişmiş elemanlar olacaktır. Bu elemanlardan da birkaçı ta ilk popülasyona geri dönerse bu epey uzaktan kuzen olan filler birbirlerine bakıp "Bu yeni heralde, tipe baksana" diyeceklerdir. Belki ilk ortamda yaşayan fillerde bir şekilde ortama ayak uydurmuşlardır ve iki türde, o ortamda binlerce sene önce yaşamış esas fillerden alakasız olmuşlardır. İşte asya ve afrika filleri arasındaki farkın sebebini açıklayan en akla yatkın bilimsel önerme budur. İki tür arasında geçiş bu yolla sağlanabilir. [Binlerce nesil dediğimde çok çok uzun bir zaman aklınıza gelmesin. Ort. 50 sene yaşayabilen bir türün bin nesli, yaklaşık 50.000 sene yapar ki bu 4 milyar olan Dünya yaşına oranla göz açıp kapama gibi bir süredir]

Richard Dawkins'in Kör Saatçi kitabında göz için iyi bir açıklaması var ve evrimi akla yatkın bulmayan insanların "peki göz nasıl oldu?" sorusuna mantıklı bir yanıt veriyor. Evrimi bir an için doğru kabul edin. Bildiğimiz göz'e (ki göz çeşitleri sayısı oldukça fazladır, biz insanı alalım) çok çok yakın, evrim basamaklarında sadece bir basamak geri bir X tarif edilebilir. Bu X günümüz gözüne oranla %5 daha az işlevli olsun yani %95 göz. Şimdi bu X'e de çok çok yakın bir X' tanımlanabilir o halde ve Göz ile X arasında ve X ile X' arasında da istediğiniz kadar nesil olabilir. X' ne yakın bir X'' ve ona yakın bir X''' diyebilirsin artık hatta; ta ki günümüz gözüne oranla sadece %0.002 görebilen bir göze kadar (sayı rastgele seçildi). Sonuçta bir deri tabakası altından bile güneş altında olup olmadığını anlayan ata bir canlıya geliriz. Diyeceksiniz ki "e arkadaş %0.002lik bir göz neye yarar?", bende derim ki o günün şartlarında, popülasyon içindeki diğer bireylere oranla belki sadece ışık olup olmadığını ölçse bile fayda sağlayabilir. Mesela yaşamak sürekli saklanmak zorunda ise, ışığı algıladığı anda "başım belada!" diyebilir ve kaçabilir. Son olarak eklemek istediğim, %5 görme yetisine sahip insanlara "körlükten iyi mi bu?" dediğinizde alacağınız yanıt "kesinlikle evet" olacaktır. Kaldı ki birçoğumuzda %100 görme yetisi olmayabilirde, göz bozukluklarıyla bu epey aşağı inebilir.

Son olarak eklemek istediğim şey evrime yön veren farklı mekanizmalar olsa da yine de hepsi varyasyon ve doğal seçilimin alt başlıklarıdır, o yüzden burada yer vermedim. Yinelemek istediğim şey ise bir hayvan hayatı boyunca değişerek evrimleşmez. Kendi üstünlüğünü torunlarına aktararak toplumdaki sayısını arttırır ve toplum -belki- o kadar çok değişir ki 50.000 yıl önceki atasını sadece andırabilir. Bu bağlamda insanın atası maymun değildir. İnsanın atası, insan ve maymunun özelliklerine çok benzer fakat bir ya da birçok açıdan onlardan daha az avantajlı bir canlıdır. "Deden maymun mu olm senin manyak mısın" diyen zihniyet olurda eline evrimi anlatan bir kitap alırsa bunu açıkça görebilir.

Devamı var aslında...>>

16 Mayıs 2009 Cumartesi

Ölüm Topraklarının Ardı



Okumadan önce play tuşuna basınız.

Bizim kültürümüzde dahil olmak üzere sanırım dünya üzerindeki bütün kültürlerde ölüm kavramının yeri, hem saygı duyulacak kadar önemli hemde korkulacak kadar belirsiz olmasından mütevellit, oldukça belirgindir. Ölüm üzerine yazılmış yazılardan tutunda cenaze sırasında yerine getirilen ritüellere kadar oldukça geniş çeşitlilik yelpazesi içeren bu kavramın öznel bir tartışmasını yapmak istiyorum.

Yaşam hakkında düşüncelerimi bir yazı ile dile getirmemiş olsamda örneğin bu gibi birçok yazımda yazımda nelerin yanlış yapıldığından sıklıkla bahsederim. Yaşadığımız süre zarfında tabi ki iyi işlere de imza atıyoruz; fakat esas mesele yaşam boyunca iyi bir insan olmak ve hataları en aza indirmek olduğunda bunda hepimizin başarılı olduğunu söylemek fazla iyimserlik oluyor. Birçokları hayatlarında bazı şeyleri sorgulamaya çok geç yaşlarda, ölümün yaklaştığı zamanlarda başlıyor. Bu durumun bir sonucu olarak genç yaşlarda hayatı ve anlamını sorgulamamanın getirdiği bilinçsizlikle beraber, kendine dayatılan hayatı yaşamakta olan bireyler ortaya çıkıyor. Uyumak, hijyen ihtiyaçlarını gidermek, işe gidip para kazanmak ve yemek yemek şeklinde özetlenebilecek hayatların içerisine sıkışmış, dahası bu kabuğu kırmak istemeyen insan topluluğu içerisinde buluyor kendini insan; sorgulamaya başladığında.

Bu durum içerisinde kendi zihninde bulduğu küçük ve özgür yere kapatıyor düşünen insan kendini. Küçük, çünkü o yaşa kadar aklı ve algılarının kemikleştirilmesi işleminden sadece orayı kurtarabilmiş. Özgür, çünkü sadece kendi istediği şekilde davranabiliyor orada. Diğerlerinin anlamak için çabalamalarının anlamı yok çünkü anlayamazlar. Sadece benzer bir özgür köşeye sahip insanlar anlayabilir. Aklın ve mantığın açtığı yolda ilerleyen insanların mutsuz olduğunu söylemişti hayat hakkında benden daha çok tecrübesi olan bir arkadaşım. Haklı mı derseniz, haklı. Çünkü diğer insanlar kendilerinde olmayan özgürlüğün başkasında olduğunu görmek istemezler. Gördüklerinde o insanı yermeye çalışırlar.

Yaşam kısmını bitirip ölüm kısmına gelmek istiyorum. Yukarıda bahsettiğim iki insan tipi de ölür. Herkes ölür. Ölümden kaçış yok, ancak kendimize biraz daha dikkat edip geciktirebiliriz. Peki herkesin tadacağı bu deneyimin ardından neler olacak? Herkesin bildiği üzere bu konuyla ilgili binlerce tahmin var; bazılarını göğe dayandırıyorlar bazılarını mantığa. Hangisinin doğru olduğunu söyleyeceğim bir yazı değil bu, daha çok hepsini ele alan bir özet gibi.

  • Semavi dinlerin tamamının, semavi olmayanlarınsa bir çoğunun savunduğu üzere cennet cehennem kavramları, ölümden sonra sorguya çekilme, dünya yaşamına göre bir şekilde mükafat ve ya ceza alma gibi durumlar vardır. Eğer iyi bir insan olursan cennete gidersin, eğer kötüysen cehennemde yanarsın.
  • Bir diğer yaygın görüş ise ölümün ardından tekrar dünyaya gelmektir. Diğer yaşamında ne olacağını bilemezsin. Bunun bir altbaşlığı olarak ölümün ardından uzaylı kavimlerle beraber yaşanmaya başlayacağına inananlarıda dahil edebiliriz.
  • Bir diğer görüş ise hiçbirşey olmayacağıdır. Ölüp gideceğiz ve geriye dünyada bıraktığımız izlerden başka birşey kalmayacak.

Peki hangisi doğru? Hangisinin doğru olduğuna akıl ve mantık kullanarak varamayız çünkü ölümün ardında ne olduğu bizler için tamamen belirsiz. Yukarıdaki listenin ilk iki maddesi için ölümün ardı, dolayısıyla gelecekteki bir zaman önemliyken son maddede şimdi, şu an önemlidir; ve sahip olduğumuz bilgi birikimine karşın önümüzdeki belirsizlik yüzünden %100 doğru bir tahmin yapamayız.


Devamı var aslında...>>

13 Mayıs 2009 Çarşamba

Here Comes The Rain Again






Here comes the rain again
Falling on my head like a memory
Falling on my head like a new emotion
I want to walk in the open wind
I want to talk like lovers do
I want to dive in your ocean
Is it raining with you?
Talk to me, like lovers do
Walk with me, like lovers do
Talk to me, like lovers do
Ooh oh
Here comes the rain again
Raining in my head like a tragedy
Tearing me apart like a new emotion
I want to breathe in the open wind
I want to kiss like lovers do
I want to dive in your ocean
Is it raining with you?
Talk to me, like lovers do
Walk with me, like lovers do
Talk, to me, like lovers do
Yeeeeaaah
So, talk to me, like lovers do
Walk with me, like lovers do
Talk, to me, like lovers do
Yeeeeaaah
Here comes it again(4x)
Here comes the rain again
Falling on my head like a memory
Falling on my head like a new emotion
Here it comes again
Here it comes again
I want to walk in the open wind
I want to talk like lovers do
I want to dive in your ocean
Is it raining with you?
Here comes the rain again
Raining in my head like a tragedy
Tearing me apart like a new emotion
Here it comes again
Here it comes again
I want to breathe in the open wind
I want to kiss like lovers do
I want to dive in your ocean
Is it raining with you?

Eurythmics

Resim
Devamı var aslında...>>

12 Mayıs 2009 Salı

Karanlık Bir Dünyada Bilimin Mum Işığı


Alışkanlıklar, türlü türlü dogmalar, dayatmalar ve garip kurallarla örülü bir dünyada yaşıyoruz. Bütün bu örüntülerin yaptığı tek şey ise, insanların doğayı ve birbirlerini anlamasına yardımcı olan aklın ve mantığın ışığını engellemek. Mutlu mesut beyinlere bir kez dogma değmeye görsün, tıpkı güneşin önüne bulutlar geçmesi gibi birden kararır her taraf. Bu karanlık öylesine yapışkandır ki güçlü bir kitlesel irade tetiklenmedikçe kaldırıp atılamaz.

Dayatmalar, evet. İnsanlara söylenen "eğer şöyle olursan toplumdan dışlanmazsın ve mutlu olursun" yalanları... Bugün Türkiye'de namazını kılan, saçı sakalı kısa, kumaş pantolon giyen ve geçinecek işi olan insan ideal insan olarak karşımıza sunuluyor. Bu insan normal iken bu tipin dışında kalanlar anormal, asi ve işe yaramaz olarak görülüyorlar. Benim bu tip insanla sorunum yok, benim sorunum bu tipi ideal, olması gereken insan tipi olarak dayatanlarla. Saçın uzun, kot pantolon giyiyorsan ya dışlanırsın ya da arkandan denmedik laf, çıkmadık dedikodu söylenmez. Bayanlar için tamamen farklı ve akıl almaz tiplerde mevcut. İşte bunun gibi tiplemeler dayatarak, insanları dışlanmakla tehdit etmekle tek tip bir toplum ortaya çıkarılıyor. Yaratıcılığa, özgünlüğe vurulmuş bir darbe, karanlığa giden bir adım.

Dogmalarla büyüyen bir insan eğer ki bir miktar şanslı değilse kendi çocuklarınıda dogmalarla büyütür. Ve o çocukta... ve onun çocuğuda... Birde bakmışız ki toplumda dogmatik sisteme sıkıca bağlı insanların sayısı, aklın ve mantığın tek yol gösterici olduğunu düşünenlerin sayısından daha fazla olmuş bile (şaşırtıcı biçimde evrim sistemine benziyor, ironik). Akıl, mantık, saygı, toplum içinde yaşama bilinci ve hoşgörü gibi değerlerin tamamen rafa kaldırılması sonucu ezan okunurken kulaklıktan müzik dinleyen insanların sokak ortasında tartaklanması gibi durumlar ortaya çıkıyor; esas acı olansa bu değerleri rafa kaldıranların sayısının çok fazla olması ile paralel insanların sindirilmesi ve kimsenin çıkıp "hey ne yapıyorsun?!" dememesi. "Din hoşgörüdür" sözü sürekli tekrarlana dursun, din adına yapılan hoşgörüsüzlükler gösteriyor ki insanlar kendilerine sunulan (özür dilerim, dayatılan) din tipini sorgusuz sualsiz kabul ediyorlar. Halbuki ben dine akıl ve mantıkla yaklaşarak, birtakım bilgiler hayatla harmanlanarak ortaya sağlam görüşler çıkacağını düşünüyorum. Fakat bütün bunları gerçekleştirebilmek için öncelikle çalışan bir beyine, etrafında olup biteni anlayabilecek bir algıya ve iyi bir süzgeç görevi yapacak düşünce gücüne ihtiyaç var. Bunlarda malesef ülkemde önem verilen şeyler değil. Daha ilkokul sıralarında kendi kelimeleri elinden alınan, konuşma hakkı verilmeyen çocuktan büyüyünce birşey beklemek haksızlık olur. Okulda ve evde sürekli tekrarlanarak dogmalaştırılan değerler aslında bu şekilde değilde akıl ve mantık yolu ile yeni nesillere aktarılsa belkide çok daha farklı bir ülkede yaşıyor olabilirdik. Buna karşın elimizde ne var; dogma ve ezberlerle doldurulup kendi düşüncelerini ifade edecek kelime bile bulamayan bireyler, karanlığa bir adım daha.

Aslında daha geride fakat durum itibariyle tamda burada devreye giren şey Bilim. Bilim ki ilk insan topluluklarından beri gelişen, ilerleyen ve tamamen akla ve mantığa dayalı bir şekilde insanlara yol gösteren bir kılavuz, bir baba. Geçen yüzyılın başlarına dönecek olursak, bu topraklar üzerinde sayısız bilim yuvası kapatılıp yerlerine dogma ve ezber merkezi olan oluşumlar açılmış. Halkın içindeki bilme isteği ve çağdaşlaşma sökülüp yerine din desen din değil, sistem desen sistem değil, tamamen kontrol altında tutmaya yönelik bir karanlık çöktürülmüş. Buna karşın bir avuç insan bir kıvılcım ile aç, halsiz ve isteksiz insanlardan vatanın her yüzeyini cansiperane şekilde savunan bir halk oluşturmuş. Bu yeter miydi peki? Elbette hayır. İşte bunun çok iyi farkında olan Atatürk, önce eğitime insanüstü bir önem vermiş, ardından yüksek okullarıyla enstitüleriyle bu toprakta da bilim yapılmasına ön ayak olmuştur. İşte yazımın en başında bahsettiğim gibi kitlesel irade tetiklenmiştir.

İnsandan bahsediyoruz, elbette hırsları, zaafları ve hataları olacak; fakat önemli olan bir yanlışın bile ardından akıl mantık yolundan çıkmadan yanlışı düzeltmek, hatta daha iyisi hiç yanlış yapmamaktır. Bu yolda kılavuzumuz bilimdir. En temelinden en karmaşığına kadar bütün bilim branşlarının tek hedefi içinde bulunduğumuz dünyayı mantık çerçevesinde izah etmek, yanlışlarımızı en kısa zamanda düzeltmek ve elde edeceğimiz bilgiler dahilinde daha iyi yaşanabilir bir dünyaya doğru yola çıkmaktır. Bilim de kötü amaçlar için kullanılıyor, bilimde hata yapabilir. Yanlış tahminlerden kitlesel silahlara kadar bir çok yanlışı oldu bilimin. Buna karşın bilim içerisinde barındırdığı mekanizma sayesinde kendi yanlışını kendi düzeltebilecek bir oluşumdur ve bu özellik hiçbir dogmada, hiçbir başka insan yapımı oluşumda yoktur. İşte bu yüzden hata da yapsa bilim aydınlığa açılan tek kapımızdır.

''Akıl ve mantığın halletmeyeceği mesele yoktur.'' Mustafa Kemal Atatürk

"Tıp ve tarım alanındaki gelişmeler, savaşlarda kaybedilen hayatlaran daha fazlasını kurtarmıştır." Carl Sagan

"Her ülkede, çocuklarımıza bilimsel metodu ve İnsan Hakları Evrensel Bildirgesini öğretiyor olmalıyız. Bununla birlikte kesin bir terbiye, insanlık ve toplum bilinci gelecektir. İnsan olma avantajı ile yaşadığımız bu karanlık dünyada, bizimle bizi sarıp sarmalayacak olan karanlık arasındaki yegane şeydir bu." Carl Sagan

Devamı var aslında...>>

2 Mayıs 2009 Cumartesi

1 Mayıs Provokasyon Bayramı

Sayısız değere, geleneğe ve güzel şeye ev sahipliği yapan güzel ülkemde bir 1 Mayıs İşçi Bayramı daha coşkuyla (?) kutlandı. Coşkuyla kelimesinin ironik olmasının sebebi, günün anlam ve öneminin algılanışındaki feci farklılıktan kaynaklanıyor. Bir kısım gösterici orada ekonomik yetersizliklerden, çocuğunu okula gönderirken yaşadığı sıkıntılardan dem vurmak isterken bir kısım gösterici etrafa zarar vermek ve bu yolla daha iyi bir dünya elde etmek için orada bulunuyor.

Dünkü haberlerin hepsini olmasa da yeteri kadarını izledim. Bunun yanı sıra bazı internet sitelerindeki yorumları ve görüşleride okudum. Gördüğüm ve işittiğim manzara karşısında duyduğum tek his üzüntü oldu. Günün anlamı önemi bir yana itilerek sadece kendi istediğini yapan insanlar sürüsünü gördüm yazılarda. Bu sürü, yüzü maskelisi ve eli coplusundan oluşuyor. Diğer yanda umutsuzca fakat kararlı şekilde 1 Mayısta Taksimde eylem yapıp en azından bir zam, biraz koşullarında iyileştirme bekleyen emekçi vatandaş.

Yüzü maskeliler... Sadece 1 Mayıslarda değil nice gösterilerde ortaya çıkan ve ortalıkta kaos ortamı yaratılmasından sorumlu insanlar... Dünde sırf bu amaç uğruna marangoza ısmarlanmış sapanlar ve döktürülmüş demir bilyelerle alana inip atm makinelerine, banka kapılarına, market camlarına, hatta ve hatta vatandaşın evine zarar verdiler. Attıkları bilyelerden yaralanan polisler, haberciler vatandaşlar... Belki de yanlarında getirdikleri molotov kokteylinden zarar görecek bir sivil olacaktı dün; iyi ki olmadı.

Ankara'daki gerginlik üstünü aratmayan bir grubun polis barikatını yıkmasından, polisle çatışmasından, bu sırada alana başka grupların üstünün aranmadan girmesinden oluşuyor. Ola ki üstü aranmayan gruplardan birinde bir canlı bomba olsaydı ve gösterinin tam ortasında patlatsaydı? Bu seferde suçlu polis mi oluyordu? Zaten ellerini kaşıyarak kendilerine zıt gidilmesini bekleyen polisin eline fırsat verende en az o polis kadar suçludur. Bütün teşkilatı suçlamak istemem fakat polis içerisindeki aşırı agresif memurlar böylesi günlerde ellerine fırsat geçmesini bekliyor ve olay çıkarıp slogan atmayı sol görüş sanan insanlarda ellerine bu fırsatı veriyorlar. Belki de bilerek, ne dersin?

Bunun yanı sıra beni en çok kızdıran mesele, bazı grupların terör örgütü lehine slogan atmış olmaları. Orada bulunmadım fakat duyduğum kadarıyla Genelkurmay Başkanı'nın son açıklamalarına epey gücenmişler ve İmralı mahkumuna özgürlük istiyorlarmış. Sakince bu sloganları atıp alana geldiklerinde yüzü maskelilere dönüştüklerine eminim. Herneyse, bu konu hakkında fazla yorumda bulunmayacağım, yorumu okuyucuya bırakıyorum.

1 Mayıs bu coğrafya dışında bahar ve emek bayramı iken, ne yazık ki burada provokasyon ve olay bayramı. Gerek sağı solu döküp devrim yapanlar(?) gerek polis bütün kurtlarını dökerken olan sade vatandaşa, dükkan camı kırılan bakkal amcaya, arabası yanan yeni evliye oluyor. Bu olay bu coğrafyada yaşayan kimseye yaramıyor; bu coğrafyada yaşayanlara yaramayan şeylerde başkalarına yarıyor.
Devamı var aslında...>>

29 Nisan 2009 Çarşamba

Kaytarma

Uzun zamandır yazmayarak kaytarmışız madem, kaytarma hakkında birkaç şey söyleyelim.

- "Sınavlar sözkonusu iken kaytarma olmaz." Yanlış, gayette kaytarılır fakat herşeyin bir adabı var değil mi? Sınav tarihleri çok öncesinden belli olur genelde. Kaytarma konusunun ehli, dersi verme konusunda da kararlı bir zihnin yapacağı ilk işlem sınava olan gün sayısı ile sınavda çıkacak konu sayısını göz önünde bulundurarak konuları zamana olabildiğince yaymaktır. Örneğin 20 gün sonraki bir sınavda 8 konudan sorumlusun diyelim. Yay olabildiğince günlere! Böylelikle gün başına çalışman gereken asgari sınır azalacak ve kaytarmaya vakit kalacaktır. Günde sadece 2 saat matematik çalışarak hakkında en ufak bir fikrimin olmadığı integral sınavından 100 aldım, işe yarıyor ;)

- Bazen ödevler olur değil mi? Özellikle Türk dili, tarih gibi derslerde önceki çalışmalarınızdan feyiz alın derim. Örneğin Türk dili ödevini blogumdan aldığım yazılarla yapacağım ve gayet özgün bir çalışma olacak. ctrl-c ve crtl-v kombinasyonunu bilmek yeterli.

- Türk dili, tarih, laboratuvar güvenliği ve benzeri sözel derslerin sınavları ola ki öğleden sonra ise kaytarma zamanı var demektir. Sözel derslerin sınavlarında bir ay önceden bile çalışmaya başlasanız sadece ezberden ibaret olacağından bari sınava az zaman kala bilgiler taze olsun ki sınavda cozlamayın. Burada bir ekleme yapmak istiyorum; her ne kadar bu dersleri sözel diye bir kenara itmiş gibi görünsemde aslında hepsi önemliler. Eğer adam gibi öğreneceğim diyorsanız kaytarmayın ya da ilk maddeye benze birşey uygulayın, çünkü labda en ufak bir hatanın bile cezasının ağır olabileceğini öğrenmiş olursunuz en azından. Buna karşılık not alayım yeter diyenler bu maddeyi göz önünde bulundursunlar. Nasıl olsa o türe mensuplar bir şekilde bitiriyorlar okulu ölmeden kalmadan.

- Ders çalışman lazım fakat öğle yemeğinde öyle doldurmuşsun ki mideyi rehavet çöktü. Uyu güzel kardeşim, uyu. Fakat uyandığında bir kahvenin güvenilir desteği ile yarım saat yarım saat; biraz biraz çalışmaya koyul. Kaytarmak sonsuza kadar olmuyor işte :)

- Olmazsa olmaz denecek bir etkinlik (doğum günü, parti vs..) önemli bir sınavın hemen öncesine denk geliyorsa panik yapmaya gerek yok. Ders saatlerine paralel ve ilk maddeye yakın bir program hazırlanıp sözkonusu gün özgür olunabilir.

Dikkat dikkat; yukarıdaki maddeler "Sosyal yaşam!!" diye bağırıp "Olm 3.00 ortalamanın altına da düşmeyelim" diyenler için vardır. Aslında böyle maddelerin olmasına dahi gerek yok zira okulla ilgili sağlam düşünceleri olan insan her daim kendisine ve okula ayıracak vakit bulur -istisnai durumlar hariç (phd).

Devamı var aslında...>>

23 Nisan 2009 Perşembe

Ulusal Egemenlik

23 Nisan günleri Türk milletinin genelinden farklı olarak ulusal egemenliği kutlarım. Her ne kadar Ulu Önder 23 Nisan 1920 gününde açılan Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin "doğum günü"nü ulusal egemenliğin yanı sıra çocuk bayramı olarakta kutlanmasını söylemişse de Türkiye'de 23 Nisan Çocuk Bayramıdır sadece. Aslında böyle olması çokta doğal.

Hangi ulusal egemenlikten bahsediyorsun ey yazar? Eğer senin ulusun*, yaşadığı topraklar üzerinde tamamen egemen olmuş olsaydı emperyalist devletler ve firmaların kuklaları tarafından yönetilir miydi**? Bunun tam tersi; siyasal görüşü ne olursa olsun en azından o görüş kendisine ait olan insanlar tarafından, bu toprakların iyiliği ve bütünlüğü için yönetilirdi. Eğer Türkiye tam bağımsız bir devlet olsaydı kendi ekonomik atılımlarına kendisi karar verebilecek karaktere de sahip olabilirdi. Memuru, işçisi, emeklisi, öğrencisi; kısacası belli bir gelir seviyesinin altındaki bütün insanları o ve ya bu şekilde tedirgin, ses çıkartamaz halde iken bir ülkenin ulusal egemenliğinden bahsetmenin amacı ve mantığı ne olabilir? Ulusal egemenlik savaşı vermiş insanlar ülkenin tek karış toprağı bile düşman işgalindeyken uyku uymamış, aç bir şekilde savaşmışken bugün karnı tok sırtı pek insanlar ülkenin gerek maddi gerek manevi değerlerini bir bir satıyor; nerede kutsal ulusal egemenlik? Ulus nerede hani? 80 küsür sene önce küllerinden doğan, "piece of cake"*** iken bağımsızlığı için ölümüne savaşan bir millet haline gelen bu insanlar; bugün tamamen sinmiş, kitaptan kültürden bihaber, düşünme yetileri ellerinden alınmış bir halde ulusal egemenliklerinin tereyağından kıl çekilmesi kadar kolay bir şekilde ellerinden alınmasını izleyen insanlar haline dönmüşler.

Başa dönerek devam ediyorum, tabi ki 23 Nisan sadece çocuk bayramıdır. Ulusal egemenlik kavramının içeriğinden bile haberdar olmayan insanların 23 Nisan'ı Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı olarak kutlaması kadar garip birşey var mı?


* Ulus, sadece ulus. Etnik kökene bakmadan sadece Türkiye üzerinde yaşayan insanlar.
** Bir parti adı belirtmiyor, yorumu okuyucuya bırakıyorum.
*** "Çantada keklik"in İngilizcesi.


Devamı var aslında...>>

18 Nisan 2009 Cumartesi

Albert Einstein 1879 - 1955

İngiltere'nin sakin ve sessiz bir köşesinde bir adam, öğle vakti ağacın dibinde oturup birtakım hesaplar yaparken uzun zamandır kafasını kurcalayan gezegen hareketlerini, ağaçtan düşen bir elmanın verdiği ilhamla çözüvermişti. Bu gelişme döneminde gezegenlerin hareketi gibi "kutsal" birşey ile elmanın düşmesi gibi "dünyevi" birşeyi birleştirdiğinden ötürü tepki çekmişte olsa daha sonraları mucidinin adını tarihe altın harflerle kazıyacaktı. 250 yıl sonra ise Yahudi asıllı Alman bir fizikçi çıkıp, İngiliz'in boşlukta bıraktığı noktaları tamamlamak suretiyle -ve açıkçası ondan daha cüretkar bir bir şekilde- bilinen fizik dünyasına tamamen farklı bir bakış açısı getirdi.



İsviçre'de küçük bir patent ofisinden başlayıp Princeton'a uzanan serüveninde Albert Einstein'ın aklında sadece bir, sade ve zarif hedef vardı: doğayı anlamak. 5 yaşındayken eline geçirdiği pusulayla giriş yaptığı bu merak seferinde 12 yaşında karşılaştığı Öklid Geometrisi'nin payıda çok büyüktür ve bu konuda bir merakı olmayanların kuramsal bir buluş yapamayacağını açıkça ifade etmişti hayatının sonuna kadar. "Işık nedir?" diye sormuştu kendi kendisine; ".. bir parçacık mı yoksa bir dalga mı?". Daha sonraları onu üne kavuşturacak özel ve genel görelilik kuramlarının temelinde işte bu tür binlerce merak yatıyordu. Bu iki teorisini açıkladıktan sonra adeta dönemin rockstarı olup çıktı.


Bütün herşeye karşın O da hata yaptı. Gravitasyonel kuvvet (yerçekimi) ile elektormagnetizmayı birleştirecek; evrendeki herşeyi açıklayacak bir teori ortata koymak için uğraşırken kuantum teorisini öyle gözardı etti ki zayıf çekirdek kuvvetlerinden haberi olup olmadığı konusunda sıklıkla alay edilir. Ünlü "Tanrı zar atmaz" ifadesiyle kuantum düzeydeki karmaşa, düzensizlik ve belirsizliğe karşı çıktı; Herşeyin Teorisi'ne giden yolda kendince doğru fakat bugün baktığımızda yetersiz kalan bir güzergah seçti.


Herşey bir yana, Einstein fizik adına bildiğimiz şeylerin en azından yarısına çok iyi bir açıklama getirdi ve bizlere yol gösterdi. Onun ortaya koyduğu gravitasyonel kuvvet ile kuantum dünyasının kuvvetleri her ne kadar birbirleriyle çelişiyor gibi görünselerde günümüz biliminsanları bu kuvvetleri bir araya getirmek için çabalıyorlar. Eğer Einstein'ın çabaları ve zekasının ürünleri olmasaydı -elbette biri bulacaktı fakat- evreni bir teoremle açıklama hedefimize bugün olduğumuz kadar yakın olamazdık.

Einstein ve Bohr. Fiziği iki ustası


Devamı var aslında...>>

14 Nisan 2009 Salı

Kesintisiz Devinim - 1


Zamandan bahsediyorum kesintisiz devinim derken; yakalamayı başarmanın gerçekten bir başarı olduğu şey... 4. bir boyut olarak zaman sadece kazanılmış algılar ile algılandığı için -belki de- bizi en fazla zorlayan soyut şeylerden birisi olup çıkıyor. Peki neden bu kadar zorlanıyoruz ve zaman ile ilgili olarak bu kadar çok hata yapıyoruz?



Aslında cevap başlıkta gizli: Kesintisiz Devinim. Zamanın akışını kesip "Heh tamam şimdi işlere bir çeki düzen vereyim" diyemiyoruz. Gündelik yaşam döngülerimiz içerisinde sürekli ona uygun olarak bir gidişat çizebiliyoruz ve bunu dışına çıkmamız olanaksız; tıpkı bir nehrin akışı gibi. Nehrin içindeki kararlı bir su molekülü olarak insan, molekülün diğerleri ile birlikte akıp gittiği gibi insan topluluklarının içinde sürükleniyor ve o kalabalık içinde o kadar kaptırmış ki kendini, esas hareketin farkında değil. Sizce de mantıklı bir benzetme olmadı mı? Tek bir su molekülü doğada gezintiye çıktığında akıntı gibi bir durumu yoktur, istediğini yapar ve oradan oraya amaçsızca uçuşabilir. Bir insanın insan topluluğu yaşamına dur deme isteği sonucu hepsi birbirinin aynı olan şehirlerden kendini koparması, çıktığı yer olan doğaya karışması, nesillerden beri unutulan doğa ile birlikte yaşama becerisini tekrar kazanması ile zaman kavramının ne önemi kalacaktır? Elbette mevsim dönümleri, gece gündüz gibi temel bir takım değişiklikler göz önünde bulundurulacaktır fakat zamanı çok küçük parçalara bölme gereksinimi olmayacaktır ve tıpkı o başıboş su molekülü gibi özgürce doğada dolanabilecektir insan.


Eğer insan toplulukları öyle yaşayabilselerdi günümüzde ilim ve sanatta bu kadar da ileri olamazdık, bunu kabul ediyorum. Demeliyim ki biraz önce bahsettiklerim sadece zaman kavramının insan üzerinde bir tesiri olup olmadığı durumlarla ilgiliydi. Eğer zamandan, onu yakalama telaşından hoşnut değilseniz malesef şehir yaşantısı size göre değil. Bir diğer taraftan, eğer ki zamanı yakalamaktansa onu düzgün bir şekilde idare edebilmeyi öğrenirseniz, akıntı içerisinde her adımı sanki akıntıdan bağımsızmış gibi olan bir su molekülü olabilirsiniz. Tabi ki gündelik sorumluluklarınızı yerine getirir ve yapmanız gereken işleri yaparsınız fakat diğer insanların vakit bulamamaktan şikayetçi oldukları şeylere de vakit yaratabilirsiniz.

Bunu başarmak için neler yapmak gerektiğini diğer yazımda ele alacağım. Eğer o zamana kadar mantıklı birşeyler bulamazsam yukarıdaki paragrafta ortaya attığım hipotezi gözden geçirmem gerekecek.

Herkese iyi günler.



Devamı var aslında...>>

13 Nisan 2009 Pazartesi

Matematik Denen Büyük Sevimli Şey


Kütüphane evim gibi artık; neredeyse raflardaki değişik kitapları bile farkeder olacağım. Her ne kadar kütüphane olmak için çok düzensiz ve küçükte olsa orada ders çalışmak benim için ayrı bir zevk. 2 katlı kütüphanede ders tekrarını genelde 1. katta, sınav hazırlıklarınıda 2. katta yaparım. Gelenek gibi birşey fakat her ne kadar saçma sapan görünse de bu gibi alışkanlıklar fena halde etkiliyor insanı. Bugün sınav tekrarı olarak matematiğe çalıştım ve doğal olarak 2. kattaydım.


Matematik! Bilimin dilidir matematik. Hatta çok rahatlıkla doğanın dilide diyebilirim belli sınırlar çerçevesinde. Matematik her ne kadar bu seneye kadar başımın belası olmuş olsa da içten içe merak ederdim; hatta pek anlayamadığım için kendime kızardım. Daha sonra, bu sene birden bir değişiklik oldu ve ilk dönem matematiğe çalıştım, AA getirdim. Bu başarı şu anda gözümde pek kıymete sahip değil çünkü sadece ezberleyerek, mantığından çok sonucunu kafaya kazıyarak aldım bu notu. Tamam, türev ve integral hesabında bazı şeyler ezberlenmeli çünkü mantığında dair açıklamalar bir kimyager olarak benim alanımın dışında. Buna karşın daha oturaklı bir şekilde halledebilirdim ilk dönem matematiği ve sömestr tatili dönüşü herşeyi unutmuş olmazdım.


Geçen dönemin aksine bu dönem, hatta bugün herşey değişti. Bugün genelleştirilmiş integral çalışırken kendimi öyle bir heyecan içerisinde buldum ki, geçen dönem çalışırken sadece ezberleyeceğim şeyleri gerçekten öğrenmiş oldum. Asıl önemli olansa meraktı kesinlikle. Ben bugün merak ettim. Ben bugün bir biliminsanının olması gerektiği gibi davrandım ve bu tamamen kendi kendine oldu. Konu bir 3. sınıf öğrencisine göre çerez olabilir fakat şu anda en çok merak ettiklerim arasında. Sonsuza giden bir doğrunun altında kalan alan bence merak edilmesi en doğal şeylerden birisi hatta.


Sonuç olarak matematik artık birsürü birsürü ezberden ibaret birşey değil benim için, bütün doğasıyla anlamaya çabaladığım bir uğraş. Bunun öyle olmasındanda inanılmaz keyif alıyorum şu anda.

Foto bu siteden alınmıştır.

Devamı var aslında...>>

11 Nisan 2009 Cumartesi

Ne Geçecek Elime?

Gecenin durgunluğunda dikilip duruyorum ortalık yerde. Duyuyorum kendini sürekli tekrarlayaın aynı tınıyı heryerde. Ardarda birbirini kovalayan notalarla oluşan bu ritmin neresindeyim şu anda peki, nerede olmalıydım gerçekte? Bir iki üç derken nerede durmalıyıdım alkol tüketiminde? Duramadım işte şimdi, aklımda binlerce dünyevi işlem formül formalite.

Anlaşılması gereken o kadar çok şey var ki, bazen bütün bir yaşamın yetmeyeceğini düşünüyorum. Sonra da şu soru gelmiyor mu akla: "Peki bu kadar çok şeyi anlamaya gerek var mı gerçekten?". Tamam, birçok şeyi biliyorum kavramışım ve artık yaşım ilerlemiş diyelim; o zaman ne olacak, ne geçecek elime? İşte tam da bu nokta da demeliyim ki elime hiçbirşey geçmese de içimdeki çocuğun merak edip durduğu şeylere anlam kazandırmış olacağım. Hem illa da elime birşey mi geçmesi lazım sanki. "Neden varız?", "Neden insanız da -mesela- köpek değiliz?", "Var olmasak acaba ne olurdu?" diye düşünen bir çocuğun 15 sene sonraki hali olarak kendimi hiçte boşa kürek çekiyor gibi görmüyorum.

Bazen yaşadığım hayata bakarak çok yanlış yönlendirdiğimi düşünürken bazende iyi ki böyle diyorum. Buna karşın aslında bu gibi yargılar, ufak detayların göz önünde bulundurulması sonucu oluyor. Hayatım şu anda ben istesemde istemesemde çok iyi gidiyor ve tek yapmam gereken buna adam gibi yol göstermek. İyi yolda mesela 20 sene gidince ne olacak derseniz sanırım epey okumuş, olmak istediğim yerde olan bir adam olacağım. Ve işte kritik soru: "Bir işe yarayacak mı, hele ki Türkiye'de?". Evet! Hangi ülkede olursa olsun işe yarar. Öğrendikçe doğaya dönmek ister insan, her ne kadar şehirde büyümüş biri olarak bazı şeylerden kopamasa da. Ve aslında hiç düşlemiyor değilim yemyeşil ovalarda at koşturup gece yurd çadırıma dönmeyi.
Devamı var aslında...>>

3 Nisan 2009 Cuma

Üniversite Öğrenimimde Yaptığım Hatalar

(1+) 1.5 dönemdir okuduğum Ankara Üniversitesinde bu zamana kadar öğrenim adına attığım adımların yanlış olduğuna inanıyorum. Tıpkı Temel Kimya dersi hocamın sistemin yanlışlığından dem vurduğu dünkü kısa konuşması sonrası düşündüğüm gibi, sadece okuldaki sistemde değil bende de hatalar olduğu kanaatindeyim; fakat ne kadar?

Öncelikle biraz sistemden bahsetmenin yararlı olacağını düşünüyorum. Son zamanlarda takip ettiğim bu blogun yazarı gibi bende yüksek öğrenim sistemimizin sakatlığından yakınıyorum. Bu sakatlığın esas nedeni "konu bu, formül bu, hadi sınavda yapın bakalım" anlayışıdır. Sözel bölümlerde ise formül yerine kavramlar ön planda ve eğer hocanızla aynı fikirde değilseniz sınavdan düşük alacaksınız demektir (birçok arkadaşımdan duyduğum bir durum bu). Üniversite eğitiminin bu haliyle liseden tek farkı formüllerin nereden çıktığının anlatılmasıdır. Tabi ki bir kısım hocalar işin mantığını kavratmaya çalışıyorlar, bu sebepten bazen bütün bir dersi aslında tamamen alakasız fakat o sıralarda işlenen konu ile paralel anlatımlara bırakıyorlar (dünkü temel kimya dersimizde nanoteknolojik bir bulguyu tamamen temel kimya konuları ile açıkladı sayın hocam Hasan Nazır). Bazen hoca ne kadar açık fikirli olursa olsun yine de sınavlarda çakılıyorsunuz. Temel Kimya ortalamam -bence- düşüktü, hatta vize ortalamam 60'tı geçen dönem fakat sınıfta herkes benim kimya derslerine çok hakim olduğumu düşünüyordu.

Peki ben ne hata yaptım? En büyük hatam düzenli bir ders çalışma alışkanlığı oturtamamış olmam dersem sanırım çok doğru bir şey söylemiş olurum. Düzenli çalışmak demek sadece sınav dönemleri "bugün şu yarın bu konu" demek değil. Her ne kadar geçen final döneminde çok düzenli bir şekilde çalışarak başarılı olsam da bu çalışma düzeni bütün döneme yayılmalı. Hergün eve gelindiğinde gün içerisinde işlenen derslerin tekrarları yapılmalı. Hatta varsa fazladan bilgi internet ve ek kaynak yoluyla öğrenilmeli. Ben şunu düşünüyorum ki bu yazdıklarım günün 1 saatini belki doldurur. Günün kısa bir bölümünü ayırarak final dönemi yığılmalarına engel olabilirim.

Bir diğer önemli hatam ise konu temelinde çalışmam. Nedir bu? Eğer sınavda -örneğin- katı, sıvı ve gaz konularından sorumluysak sadece onları çalışmak demek bu. Bir anlamda hocayla aynı seviyede, ne eksik ne fazla çalışmak. Birçok üniversite öğrencisinin hayali olan bu durum beni rahatsız ediyor. Sanki birine bağlıymışım gibi hissediyorum kendimi fakat bu bağımlılık bana çok anlamsız geliyor. Örneğin bugün bir sonraki konu olan karışımlara geçmek ve epey ilerlemek istiyorum. Zamanı gelince hocadan da dinlerim problem değil. Böylece birşeyleri kendi başıma keşfederek ileri dönemdeki kariyer hedeflerime kendimi hazırlamak istiyorum. Dahası bu uzun ve karmaşık yolda kendi kendime ilerleyebilmeyi, bir anlamda yürümeyi öğrenmeyi istiyorum. Milyonlarca kez yapılmış bir deneyi -örneğin titrasyon- kendi kendime, sadece kaynakları ve aklımı kullanarak, kimse bana "şunu buraya asacaksın Mustafa" demeden gerçekleştirmek istiyorum. Çünkü ben birşeyleri gerçekten bilmek istiyorum, sadece sınav dönemini atlatmak için değil.

Artık bu şekilde ilerleyeceğim yüksek öğrenim hayatımda. Bu konuda çokta ciddiyim.


Devamı var aslında...>>

2 Nisan 2009 Perşembe

2009 Yerel Seçimleri 2 - Ardından

Evet, bildiğiniz üzere iktidar partisi oyları azalsada yine çoğunluğu (hem il genel meclislerinde, hemde belediye başkanlıklarında) kazandı. Benim asıl değinmek istediğim nokta Ankara.

Ankara'da seçmen hala Melih Gökçek diyor. Seçimin iptal olması durumları bir yana, yine de bir kısım insanın inatla Malih Gökçek'e oy vermesine anlam veremiyorum; tıpkı iktidar partisinin Melih Gökçek'i aday göstermesi gibi. Bir seçmen olarak, tamam iktidar partisini destekliyorsundur ancak adayına da bir bakman gerekmez mi? Açıkçası ben o partisi destekliyor olsam yine Melih Gökçek'e oy vermezdim hatta partiyi eleştirirdim aday belirleme kriterleri açısından. Halkı soyan (doğalgaz sayaçları, su faturaları), vaad ettiği şeyleri 5 senede gerçekleştirememiş (süpersonik heykeller?), başladığı projeler bitim tarihinde bitmemiş (ve üstelik hala bitmemiş.. bkz Keçiören metrosu) ve buna karşın halkı kömür ve makarna ile kandırmış bir insan Melih Gökçek. Keçiören Metrosu durumunu biraz açacak olursak, 2005 yılında bitirileceği vaad edilen metro 2009 yılında hala bitmemiş durumdadır ve üstüne üstlük köprülerde "Keçiören Metrosunun %49'u bitti!" gibi sevindirici (?) haberler verilmektedir.

Ana muhalefet partisinin adayı da eleştirilebilir. Örneğin Murat Karayalçın yerine Kemal Kılıçdaroğlu Ankara'dan aday gösterildeydi ana muhalefet Ankara'yı alabilirdi. Karayalçın her ne kadar güvendiğim bir siyasetçi olsa da birtakım seçmen geçmişte Kürt bölücülüğü yapan siyasetçilerle yaptığı ittifaktan ötürü ana muhalefet partisi adayına sıcak bakmadı. Öte yandan eğer Kılıçdaroğlu Ankara adayı olsaydı İstanbul için çok güçlü bir aday çıkaramayabilirdi. Parti kulislerinde bu konu oldukça çok tartışılıyormuş şu sıralar.

Diğer muhalefet partisi ise oylarını epey arttırarak çıktı sandıktan. Aldıkları (yanlış hatırlamıyorsam) 6 belediye başkanlığı ile siyasete geri döndüler. Ankara için çıkardıkları aday oldukça düzgün bir insandı ve bende "Eğer Karayalçın alamazsa bari Yavaş alsın" gibi bir his yaratmayı başarmıştı.

Bir diğer sorun elektrik kesintileri, oyların sayılmamış olması gibi durumlar. Ankara'da seçimin iptali konuşuluyor, bakalım önümüzdeki günler bize neler gösterecek.

Devamı var aslında...>>

27 Mart 2009 Cuma

2009 Yerel Seçimleri Hakkında - 1 "Beni Temsil Eden Parti Yok"


Seçimler demokratik düzenin temelleridir. Herkesçe bilinen, herkesin o ve ya bu şekilde duyduğu ve katıldığı bu gerçek ne yazık ki iş başa düşünce unutuluyor.

Seçim dönemlerinde eş dost çevrelerinden duyduğumuz "Beni temsil eden parti yok" tümcesi artık o derece yaygınlaşmış ve ağızlara pelesenk olmuştur ki, daha büyük partilerin siyaset yelpazesinin neresinde olduklarından haberi bile olmayan insanların oy vermemek için tek sebebi olmuştur. Tamam, bazı insanlar sadece günümüz siyasetine değil genel olarak tarihte siyasete çok hakimdirler ve derin düşüncelerini temsil edecek parti bulamamaktadırlar; fakat onlar dahi, akıllarındaki siyasal düzene ulaşmak için "sıçrama taşları" olacak partilere oy vermektedirler. Bu sebepten oy vermemek ve bunun temelini beni temsil edecek parti yok düşüncesine bağdaştırmak sadece kaçmaktır.

Böyle düşünen insanların mantıklı olduğunu kabul edebilmem için öncelikle her partinin -sadece büyük olanların değil hepsinin- genel duruşundan haberdar, parti başkanlarının geçmişi hakkında genel bir bilgiye sahip ve en önemlisi kendi düşünceleri ile parti ya da partilerin savunduğu düşüncelerin fark ve benzerliklerini iyi süzmüş olması şarttır. Bu şartlar sağlandığı vakit hala oy vermek istemediğini belirten bir kişiye kimsenin karşı çıkamayacağını düşünüyorum. Kendinin böyle olduğunu sanan kişiler içinse söylenecek pek fazla birşey yok. Kendi görüşümden bahsetmem gerekirse de bugün bilimsel sosyalizmi savunan bir parti dahi varsa (EMEP - Emek Partisi), herkesin düşüncesi doğrultusunda bir parti vardır diyorum ben.

Tek dertleri okulda ortam yapmak olan, doğru dürüst bir tane bile siyasi içerikli kitap dergi okumamış, siyasi parti isimlerinin açılımlarını bile bilmeyen bir kişi çıkıp beni temsil edecek parti bulamıyorum diyorsa o zaman siyaset bilinci ve dolayısıyla demokrasi Türkiye Cumhuriyeti sınırlarında oturmamış demektir. Siyasetten az çok anlayan, partiler hakkında yüzeyselde olsa bir bilgisi olan ve hangi partiye oy vereceğini seçebilecek kadar bir altyapıya sahip birinin bu tümceyi sarfettikten sonra kalkıp mevcut iktidarı ve yerel yönetimi eleştirmesi ise bence kabul edilebilir bir davranış değildir. Tanıyın siyasal partileri, bakın parti başkanları nasıl kişiler, yerel yönetimlerdeki adayları neler yapmış neler yapmamış; sonra da o ve ya bu şekilde bir karara varın. Bu konuda bu kadar ısrarlıyım çünkü bu sağ sol meselesi değil, tamamen demokrasi ile ilgili bir sorun.


Eğer Türkiye'deki siyasal partileri tanımıyorsanız:
Türkiye'deki faal siyasi partiler listesi

Doğruluğu konusunda şüphem olmayan bir yazı: Beyn.org: Oy kullanmamanın zararı

Devamı var aslında...>>