30 Ekim 2008 Perşembe
Etanol ve Naproksen Sodyum
Bu durumu kayıtsızlığa ya da umursamazlığa bağlayabilirsiniz ancak ben durumu kendime güvene bağladım. Eninde sonunda öleceğiz, esas mesele ölürken arkanıza korkacak birşeyler bırakmamanız. Yaşamımız boyunca dinler olsun, ahlak kuralları olsun birçok etki sözkonusu üzerimizde ancak resme biraz daha geriden bakmak gerekirse aslında yapmamız gereken şey daha basit: iyi bir insan olmak. Ve sanırım ben iyi bir insan olduğumu düşündüm. Birkaç sene sonra belkide hatırlamayacağım bir gün olacak 30 Ekim 2008 tarihi, buna karşılık hayatım boyunca takip edeceğim iz "iyi bir insan ol"dur. Umarım gittikçe yozlaşan dünya benide pençesine almaz ve bu sözü unutturmaz.
Devamı var aslında...>>
22 Ekim 2008 Çarşamba
Neden Yazıyoruz?
Ben böyle düşünürken aklıma şu soru takıldı: Neden yazıyoruz? Ben bu soru içinde sürüklenip giderken Türk Dili dersinde de böylesi bir konu dönünce kendimi iyice düşünmeye sevkettim.
"Neden yazıyoruz?" sorusu bir bakıma "Neden sanatla ilgileniyoruz?" sorusu ile bağlantılı bana göre. Bir sanatçı (ustalığı hangi konuda olursa olsun) neden sanat yapar? Kendi düşüncelerini neden içine atmak yerine dışa vurur? Hatta Türk Dili dersindeki soruyuda buraya ekleyebiliriz: Eğer ki sanatçı kendi için sanat yapıyorsa bunu neden insanlarla paylaşıyor ve üzerine para kazanıyor?
Bunların basit bir cevabı da olabilir karışık da. Ancak işin köküne inmeye başladığımızda yine o insan doğası sistemiyle karşılaşıyoruz. İnsan doğası yoğun bir madde gibi görünmeye başladığı, sanki insan kavramından bağımsız başlı başına bir konu olarak görünmeye başladığı noktada bu sorular beni şu cevaba götürüyor: İnsan anlaşılmak ister. Örneğin ben bu blogdaki yazılarımda genel olarak düşündüğüm, kafa yorduğum konulara yer vermeye çalışıyorum ki insanlar beni anlasın, düşüncelerimle kafalarında bir başka kapı açabileyim. En basitinden şu yazıda düşüncelerimi dile getirdim ve bu konu hakkında düşünen insanları farklı bir bakış açısıyla tanıştırdım.
Toparlamak gerekirse; yazıyoruz çünkü içimizden gelenleri diğer insanlarla paylaşmak istiyoruz. İstiyoruz ki diğer insanlar bizim düşüncelerimizi okuduktan sonra onun hakkında düşünsünler ve yeni fikirler edinebilsinler. Ya da sadece kendimizi kandırıyoruz :) İyi günler!
Devamı var aslında...>>
16 Ekim 2008 Perşembe
Kuyu Ve Sarkaç
Birçokları Edgar Allan Poe'nun ismini duymuştur. Bazıları Kuzgun'u (The Raven) okumuşlardır. Birtakım kişiler Poe'nun hikayelerini başarılı bulur. Ancak sadece onun dil zenginliğinin zekasıyla nasıl ve neden böylesine sıkı sıkıya kenetlendiğini anlayabilenler Poe'nun hayranı olabilirler.
Kuyu Ve Sarkaç (The Pit And The Pendulum), Poe'nun 1842'de yayınladığı bir eser. Eserin içeriği hakkında hiçbir sır vermeden, size nasıl yazılmış olduğundan bahsetmek istiyorum. Öncelikle hikayenin başlangıcı olan nokta çok iyi seçilmiş. Daha geriden ve ya daha ileriden başlayabilecekken öylesine güzel bir nokta seçilmiş ki hikayeye olan ilginiz daha baştan tavan yapıyor. Daha sonraları hikayenin seyiri, sesi gittikçe artan bir klasik müzik eseri gibi. Öyle ki hikayenin son satırına kadar heyecanla okumanızı sağlıyor. İnişli çıkışlı hikayelerin aksine sürekli atran bir gerilim, heyecan ve beklenti oluyor.
Sürükleyicilik bu derece yüksekken dil zenginliği, diğer eserlerindeki çizgisini sürdürüyor. Karakterin içinde bulunduğu durumu, sanki okuyucu yaşıyormuşcasına hissettirebilen betimlemelerle dolu bu eser. Örneğin (hadi küçük bir kısım verelim hikayeden) karakter duvara dokunarak ilerlerken, okuyucunun kitabı tutan elleri sanki o duvarın pürüzlü yüzeyini hissediyor. Yazarın -ve elbette bu eserin- bu derece başarılı olmasının iki sebebinden biri bu. Diğeri ise ustaca örülmüş küçük ayrıntılar. Yazarın şimdiye kadar okuduğum yazınlarının hepsinde küçük ayrıntılar o derece önemlidir ki bazen hikayenin temelini oluşturur. Karakterlerin kafayı kullanma metodları (ki bu metodlar yazarın aklına gelen şeyler olduğundan, bunları yazarın zekası ile de ilişkilendirebiliriz) insanı hayretler içerisinde bırakıyor.
Efendim son olarak bahsetmek istediğim şey; aslında bu eser o kadarda başarılı olmayabilir, sadece ben kendimi çok kaptırmış olabilirim. Ancak böyle bile olsa Kuyu Ve Sarkaç kesinlikle zaman ayırılması gereken bir eser. Kim bilir belkide ben haklıyımdır.
Devamı var aslında...>>
9 Ekim 2008 Perşembe
ÖSS Hakkında
Üniversitelere giriş sınavı bildiğiniz gibi iki bölümlü, 3 saat 15 dakika falan. Herkesin ortak görüşüne katılıyorum ve bir insanın hayatının 3 saat 15 dakikalık bi sınavla yönlenmesine tepki gösteriyorum. Ben çalıştım çabaladım, birazda şans yardım etti elbette ve istediğim okulun istediğim bölümüne yerleştim ("yerleşmek" lafı garip aslında, ikamet ediyoruz sanki okulda. Ciddiye alıp yerleşenler ve 7-8 sene sınıfta kalanlar var birde!). Ancak birçok öğrenci istedikleri bölüme yerleşemediler malesef. Neden? Çünkü heyecanlandılar, kafaları durdu, bayıldılar, birkaç gün önce bir yakınları vefat etti vs... Bunların hiçbiri olmamış olsa bile, sınav sırasındaki ruh hallerinden ileri gelen sebeplerle bir soru üzerinde takılıp dakikalar harcadılar ve zamanları kalmadı. Sonuçta fizik okumayı kafasına koymuş birisi ziraat mühendisliğine, Amerikan dili ve edebiyatı tutkunu birisi, klasik yunan dili ve edebiyatı bölümüne gitmek zorunda kaldı. Ha bu durumdaki arkadaşlar olduğu gibi gayet çalışıp, kendisine sınav sırasında hakim olan insanlarda vardı ve istediklere yere yerleştiler.
Peki sınav olmazsa ne olacak? Tabi ki öğrencilerin lise not ortalamaları işin içine girecek ve aldıkları ortalamalara göre bölümlere başvuracaklar. Çok güzel değil mi, lisede okul birincisi olan birisi kimya bölümünde sürünmeyecek, örneğin genetik okuyacak. Ancak şunu unutmayalım ki, liselerin durumu içler acısı. Öğrenciler dersleri liselerde değil malesef dersanelerde öğreniyorlar (tıpkı benim gibi). Hocaların kaliteleri tartışma konusu. Sırf önü ilikli değil diye dersten kalan başarılı bir öğrencinin durumu ne olacak peki?
Demek istediğim şu ki, mevcut durum içerisinde en iyi sistem öss sınavı. Ha liseler geliştirilir, hoca kalitesi sağlanır, öğrenci kalitesi belli bir seviyeye çıkarılabilirse tabiki de sınav kalkacak ve bunun gibi bir not ortalamasına dayalı sistem getirilecek, getirilmeli. Belki ikisinin ortası olarak lise 1, 2, 3 ve 4. sınıfların sonlarında olmak üzere 4 sınav yapılıp ortalaması alınabilir ancak o zamanda mezun öğrenciler ne olacak, hangi sınava girecekler? Birde böyle birşey olursa dersanecilik tavan yapar (sanki şimdi tavan değilmiş gibi... neyse bu başka bir yazı konusu).
Kapanışta şu küçük düşüncemi dile getirmeliyim: İlkokullarda köklü bir devrim yapılmalı, susup ezberleyen çocuklar değil, konuşup konunun mantığını kavramaya çalışan öğrenciler yetiştirilmelidir. Teşekkürler.
Devamı var aslında...>>
6 Ekim 2008 Pazartesi
Evrim Hakkında Düşünceler
İkinci olarak gelelim benim evrim hakkındaki düşüncelerime. Yukarıda da dediğim gibi bilimsel bir yöntemle, canlıların dünyasına girip nerden gelip nereye gittiklerini açıklamaya çalışırsanız; evrim olmasa bile sanırım ona yakın birşeyler ortaya koyarsınız. Evrim teorisini destekleyen veriler mevcut ancak bu veriler yorumlara göre değişiklik gösterebilir. Bir deniz kabuklusu fosiline bakan iki ayrı araştırmacıdan ilki, fosilin günümüzdeki deniz kabuklularının atası olduğunu; diğeri ise binlerce yıl önce ortadan kalkan bir türün fosili olduğunu söyleyebilir. Bütün bunların ışığı altında ben diyorum ki; evrim konusunda kesin emin olamayız. Bu iki yönlü bir düşüncedir: kesin var ya da kesin yok diyemeyiz.
Kesin var diye neden diyemeyiz peki hocam? Evrim'in boşlukları bunun için yeterli bir sebep gibi görülse de aslında, evrim kuramının tamamına hakim olamadığımızı düşünüyorum ben; bütün insanlık olarak. "Gözümüzün önünde evrim geçiren bir canlı olmadı daha" gibi bir klişeye bulaşmayacağım ama eldeki verilerin yukarıda bahsettiğim gibi farklı yorumlanması durumu, evrimi kesin kabul edemememizin bir etkeni. Ayrıca inanan insanlara öğretilen yaradılış olayı, o insanların kafasında evrimi bitiriyor.
"Kesin yok" ta diyemiyoruz, neden? Çünkü evrim teorisi (hipotezi ya da, nasıl isterseniz), bilimsel açıdan en mantıklı yol. Bunun yanı sıra açıkları olsa dahi geliştirilebilmesi söz konusu ve belkide bir gün gelecek evrim teorisi reddedilemez olacak, yani kanunlaşacak; bunu bilemiyoruz henüz. Bilim bir yana, bilimle alakasız olan insanlar için bile evrim, şöyle bir düşünüldüğünde, mantıklı gelebilir. Neden olmasın? Varlığından kesin emin olamayacağımızı savunurken konuya hakim değiliz tam olarak demiştim, aynı sebepten yokluğundanda kesin emin olamıyoruz. Kanıt yokluğu yokluğun kanıtı değildir.
Birde benim küçük bir düşüncem var, doğru ya da yanlış, sadece böyle olabileceğinide hesaba katmak istiyorum. Belkide "Tanrı vs Evrim" gibi bir durum yokturda; evrim, Tanrı'nın bir sistemidir. Belki ilk olarak basit canlıları yaratmıştır ve sonra onları mükemmelleştirerek (ya da mükemmelleşmelerine sebep olarak) bugünlere getirmiştir. Bu düşünceye engel olabilecek ayetler, hadisler falan vardır sanırım ama bence bu düşünce dikkate almaya değer.
Evrim çok garip bir konu, günden güne fikriniz değişebilir. O yüzden bana kalırsa herkes bol bol bu konu hakkında okumaya, kendi içinde düşünmeye ve fikir sahibi olmaya baksın ancak "bu doğru işte!" diye başkalarına dayatmasın. Zaten herkesin düşüncesi kendine... İyi günler.
Devamı var aslında...>>
5 Ekim 2008 Pazar
Ordu'nun Varlığının Sebeplerinin Sorgulanması
Ne zaman insanlar doğa ile savaşta üstün konuma gelmeye başlayıp birbirlerinin topraklarına -tarımın gelişmesiyle- göz dikmeye başladılar, işte o zaman ilk ordular ortaya çıktı. Eğer insandaki kötü taraf olmasaydı belki şöyle bir düşünce mavi küreye egemen olabilirdi: "Yeteri kadar var zaten". İnsanlar yeteri kadar toprak, mal, mülk, maden ve benzeri şeylere kanaat edebilselerdi ilkel toplumlardan günümüze miras kalmış en kritik şeylerden biri olan "savaş" kavramı belki olmazdı. Herneyse bir diğer yandan insanların içinde bulunan kötü taraf sadece ülke sınırlarını genişletmek amaçlı değilde mesela güç gösterisi yapmak ve dünyayı ele geçirmek - hükmetmek gibi bir takım düşüncelerede neden olmaktadır ve açık ki birçok savaşın sebebide bunlardır. Kültür ve din gibi kavramları yaymak için yapılan savaşlar ise bana hep garip gelmiştir.
Yukarıda bahsettiğim durumlara sebep olan insanın kötü tarafı, insan doğasına özgü birşeydir; söküp atılamaz. Çok iyi insanlar vardır, iyi insanlar da vardır ancak gücü elinde bulunduranlar da insandır ve hepside kötü değildir. Biri bana çıkıp "ee ne önerin var" dese "durumu korumak" cevabını veririm çünkü yukarıdaki gibi sebepleri binlerce yıllık savaş tarihi sebebiyle insanlardan söküp atamayız. Çok iyi niyetli bir halk düşünelim mesela, ülkeleride olsun. Bu ülke "biz anti militaristiz" diyip ordusunu terhis etse ertesi gün bütün ülkelerle savaşmak durumunda kalır. Bugünkü koşullarda ordusu terhis edilmiş bir ülke, bağışıklık sistemini kaybetmiş bir insan gibi malesef. Ya bütün ülkeler feshedecek, ya hiçbiri, ne yazık ki.
Uzatmadan şöyle toplamama izin verin; eğer insan psikolojisinin evrimi daha farklı olsaydı, yani daha iyi olabilseydik, ordulara ihtiyacımız olmayabilirdi. Ancak mevcut durumda ordular gerekli çünkü herkes iyi niyetli değil. Ve asıl sorunun cevabı: Silahlı kuvvetler, insanda kötü bir taraf olduğu için vardırlar.
Bir latin atasözü der ki: "Ordular barışı korur"
Devamı var aslında...>>
4 Ekim 2008 Cumartesi
Su Bazlı Bir Gün
Yeni bir eve çıkmak heyecan verici oluyor, bugün bunu gözlemleyebildim. İnsanlar kendi odalarını boyarken, eşyalarının yerlerini tasarlarken, oda arkadaşlarıyla geçirecekleri zamanı konuşurken gözlerinde bir parlaklık görüyorum. Gülünç olduklarını kim iddia edebilir? Şu anda bende bir ev almış ve onunla ilgileniyor olsaydım muhtemelen bende öyle olacaktım. Sahibiyet duygusu insanları heyecanlandırıyor; bir arabaya, bir iş yerine ve ya bir eve sahip olunca. Birde ev kavramı insanoğlu için önemlidir biliyorsunuz. Orası bütün tehlikelerden uzak, dinlenmek ve eğlenmek için akla gelecek ilk yerdir (ama tabi bunun dışında kalan evlerde yok değil). Birde senelerce ailesinin yanında yaşamış bir insan kendi evine çıkarak artık kendi kurallarını koyabileceği bir yere sahip oluyor. İçgüdülerin bir meselesi işte, çoook eski atalarımızdan bize miras kalmış güdüler.
İçgüdü demişken günümün olayından bahsedeyim. Sevgilimle 2. senemizi bitirmemize 20 gün kalmışken aklıma garip bir soru takıldı (aslında herkesin aklına zaman zaman geliyordur): Bende ne buluyor? 2 sene az bir süre değil. Bir gönül eğlendirmek için ve ya bir vicdan azabından kurtulmak için gerçekten çok uzun. Demek ki diyorum beni seviyor, gerçekten seviyor ki 2 sene boyunca hayatında söz sahibi olmama izin verdi (binbir oyunla saçlarını kestirmesine sebep olmama bile kızmadı). Peki beni geriye kalan insanlardan farklı kılan, onlarda olmayıp bende olan ve O'nun 2 sene boyunca benle olmasına neden olan karakteristik unsur ne? Ondan bu konu hakkında düşüncelerini yazmasını istedim, bakalım özel olmazsa paylaşırım.
Son olarak ton balıklı salata mısırla çok güzel oluyor, meraklısına tavsiye olunur.
Devamı var aslında...>>
3 Ekim 2008 Cuma
Yetiştirmek, Fikir Edinmek, Değiştirmek
Bugün sevgilimle buluştum, kavuştuk sonunda. Beş gün bile olsa, insan ayrı kalınca o teması, heyecanı özlüyor. Sevgilimin kokusuna, gülüşüne, sarılışına tekrar kavuştum ve mutluyum.
Kızılay'ın en iyi rock barı Always Rock'ta bu gece Dio & Rainbow gecesi vardı. İlk olarak Rainbow ile başlandı. Rainbow'un Dio'lu dönemine dair bir konserin ardından Joe Lynn Turner yıllarına dair klipler gösterildi. Şahsen ben Turner'ın Rainbow dönemide dair birşeyler bilmiyordum ve epey bilgilendirici oldu bu bölüm. Daha sonrasında Dio'nu tahminimce 2000-2003 yılları arasında bir zaman verdiği bir konser gösterildi. Yine Holy Diver olsun, Don't Talk To Strangers olsun, Rainbow In The Dark olsun çoşturdu bizi küçük dev adam. Konserin yarısında tek tabanca takılmaktan sıkıldığım için evin yolunu tuttum.
Bira benim çok sevdiğim birşeydir. İçimi kolay bir içkidir, muhabbetin yanında çok iyi gider. Ancak olmuyor, göbek yapıyor. Ayrılamam dediğim biradan ayrıldım, viskiye geçtim. 3-4 70'lik bira içeceğime 1-2 duble viski içmeye karar verdim ama ona da alışmam lazım daha. Birde kötü yönü yanında çok tuzlu fıstık yada çikolata gidiyor. Göreceğiz neler olacak.
Bana çok yoğun bir günmüş gibi geldi aslında, belkide sadece kafamın için çok meşguldür...
Devamı var aslında...>>
2 Ekim 2008 Perşembe
Keçiörenli Olmak
Efendim sadece Keçiörenli olarak tepem atmadı, bir Beşiktaş taraftarı olarakta tepem attı. Kötü oynadık, adamlar iyi oynadı, olay sadece bu ama. İstifaya şuna buna gerek yok ama insan 19 senedir tuttuğu takım yenilince, hemde ilk ikisi şansına, diğer ikisi takımın dağılmasından kaynaklanan gollerle yenilince üzülüyor kızıyor.
Farklı mesleklere mensup 5 arkadaşım ev tuttular (sonunda), bugün bende onlarla beraber gidip evi gördüm; günün meselesi buydu. Biraz dökülüyor olsa da boya ve halılarla beraber çok iyi bir yer olacak gibi, Kızılay'a da çok yakın. Ancak asıl mesele beyaz eşya tabiki. İftaye pazarına gittik, buzdolapları 100, ocaklar 40 lira. 3.5-4 sene sonra gerçekleşmesini planladığım eve çıkma durumlarını bir kez daha gözden geçiriyorum.
Yazımın sonunda O'nun geldiğini haber vermek isterim, mutluyum huzurluyum.
Devamı var aslında...>>
1 Ekim 2008 Çarşamba
Ekim
5 günlük bir geziye gitti ailesiyle; 5 gün sadece ve yarın akşam dönüyor. İnsan gitmeden "ne olacak ya biraz özleriz birbirimizi o kadar, hem tatil hakkı yani" diyor ama şu anda O'nu ne kadar çok özlediğimi tarif edemem. Hele birde bunun üzerine White Lion'dan Till Death Do Us Apart dinliyorum ki, duygu yüklü dakikalar geçiyor.
Aslında bir noktada saçma değil mi? Gelecek, yine Kızılay'ın en iyi barı Always Rock'ta olacağız, sarılacağız, bana çikolata almak için ısrar edecek vs... Ama hayır böyle düşünemiyorum. O Ankara'dayken öyle bir durum oluyor ki her zaman yanımda olabilecek gibi... İnsan herşeyi beraber yaşamak istiyor; her güzel dakikayı, her güzel manzarayı, her güzel gün doğumunu... Birde beraber olduğunuz insanın gerçekten özel ve bir daha bulunamayacak olduğunu düşünüyorsanız bu duygular katlanıyor. Aslında bu satırları güzel yazamadım, öyle güçlü hisler söz konusu ki bir başkası belki bu satırları okurken "vay be aşk bu olsa gerek" diyebilir ama ben sadece saçmaladığımı, bu satırların hislerimin yanına bile yaklaşamadığını düşünüyorum (Tramp çok kötüsün... Ölüm Bizi Ayırana Dek diye şarkı yapılır mı?).
Hele birde aynı grubun Goin' Home Tonight şarkısı vardır ki, beni zorla aile babası yapacak. Şarkıdan küçük bir bölüm yazmak istiyorum:
Devamı var aslında...>>